Rehinelerin kendini rehin alan kişiye duygusal olarak bağlanması, duygusal anlamda onların duygularını anlamaya, onlara sadakat göstermeye ve onlara yardımcı olma noktasına gelmelerine psikolojide “Stockholm Sendromu” olarak isimlendirilmektedir. Bu sendrom psikiyatrist Nils Bejerot tarafından 20. yüzyılda tanımlanan psikolojik bir hastalıktır. Bu ismi almasının asıl sebebi İsveç’in Stockholm şehrindeki bir banka soygunundaki rehinelerin soyguncuya yönelik şefkat duymak ve empati kurmak gibi olumlu duygular beslemesidir.
Ama Stockholm Sendromu psikolojik olarak adlandırılmasından yüzyıllar önce Aristoteles tarafından “Köleliğin en kötü tarafı, sonunda kölelerinde ondan hoşlanmaya başlamasıdır.” ifadesiyle anlatılmıştır. Sonraki yüzyıllarda Mevlana tarafından şu sözlerle tanımlanması “Kurdun kuzuyu yemeye niyetlenmesinde şaşılacak bir şey yok. Şaşılacak olan odur ki, bu kuzu, kurda gönül bağlamış, âşık olmuştur.” bize bunun uzun zamandır sıklıkla gözlemlenen bir fenomen olduğunu göstermektedir.
Doğadaki her canlının ilk öncelikli hedefi hayatta kalmak ve yaşamınına devam edebilmektir. İnsan da temelde bu hayatta kalma dürtüsüne sahip bir canlıdır. Bu bağlamda zorlu ve travmatik durumlarda hayatta kalmaya çalışan insanlar da çevrelerine uyum sağlayarak bu koşullara adapte olmaya uğraşırlar. Stockholm Sendromunda da baskı ve şiddet altında bulunan mağdurun saldırgana yönelik sempati ve empati geliştirmesidir. Bu durumun altında yatan temel sebepler, şiddetin oluşturduğu yoğun kaygı, çaresizlik hissi ve sahip olunan ne olursa olsun hayatta kalma içgüdüsüdür.
Sürekli olarak mevcut olan psikolojik ve fiziksel şiddet, dış dünyadan soyutlanmışlık, mağduru ümitsizliğe mahkum etmekte ve bu durumda mağdur hayatta kalabilmek için saldırganla uyumlu hale gelmeye çalışmaktadır. Bu sürecin sonunda ise Stockholm Sendromu yaşayan birey sadece maruz kaldığı şiddeti kabullenmekle kalmamakta, aynı zamanda şiddet uygulayanla empati kurarak onu anlamaya ve hatta savunmaya başlamaktadır. Böylesi travmatik bağlanma süreci içerisindeki mağdur, saldırganın kendisine karşı en ufak olumlu davranışlarına minnet duyar hale gelmektedir.
Her ne kadar Stockholm'deki rehine olayıyla birlikte tanımlanıp literatüre girmiş bir sendrom olsa da Stockholm Sendromu yalnızca rehine olaylarında görülmekle kalmayıp, günlük hayatda da toplumun birçok alanında görülmektedir. Örnek vermek gerekirse bunlar mahkûmlarda gardiyanlara karşı, savaş esirlerinde düşman askerine karşı, fahişelerde kendilerini pazarlayanlara karşı, ensest mağdurlarında ebeveyne karşı, şiddete uğrayan kadınlarda kocalarına karşı, tarikat üyelerinde lidere karşı, ölüm kampı tutuklularında, baskıcı ilişkilerde sıklıkla gözlenen paradoksal bir bağlılık türüdür.
Stockholm Sendromu'nu gösteren temel öğeler ki bu öğeler Stockholm sendromu testi olarak da adlandırılabilmektedir.
Saldırganın baştaki amacı kurbanı köleleştirmektir. Buna örnek olarak toplumda sıklıkla rastlanan eşinden şiddet gören kadınların eşlerinin kendilerine yaptıkları en ufak pozitif söz ya da eylemi büyük bir mutlulukla karşılaması ve “Aslında o kötü biri değil” gibi düşüncelerle ve sözlerle kendisini ve çevresini ikna etmeye ve kocasını masum, haklı gösterme uğraşı örnek olarak gösterilebilir. Hatta iyilikten ziyade bazen olması beklenen davranışlar ya da şiddet gösterilmeyen anlarda dahi bu hareketler “büyük bir lütuf” olarak değerlendirilmektedir. Kurban, olaya zamanla saldırganın gözüyle de bakmaya başlar. Onu haklı çıkaracak argümanlar oluşturmaya çabalar. Stockholm Sendromu yaşayanlarda bipolar kişilik bozukluğunun etkisi büyüktür. Çünkü Stockholm Sendromu'nu yaşayan kişilerde görülen bireysel belirtiler bipolar kişilik bozukluk belirtileri ile örtüşür.
Sağlıklı bireylerde bu tip travmatik olaylara karşı hayatta kalma için çabalama, kendine bunu yapan kişiye yoğun bir nefret besleme gibi tepkiler beklenir. Stockholm sendromu yaşayan bireylerde ise kendini esir edenle gerçekleştirdiği empati ve özdeşim uzmanlar tarafından strese bağlı olarak gerçekleşen bir kendini savunma mekanizması olduğu düşünülmektedir.
Stockholm sendromunun etkisinin görüldüğü kişilerde ilk ele alınması gereken psikolojik durum travma sonrası stres bozukluğunun varlığıdır. Bu kişiler bu travmanın ardından günlük hayata uyum sağlamakta zorluk ve hatta buna çabalamama reddetme sıklıkla gözlemlenebilir. Stockholm sendromu olan kişilerde uykusuzluk, kötü rüyalarla sık sık uyanma, çevresine karşı güvensizlik hissi, özgüven kaybı, sosyal fobi ,herhangi bir nedene bağlı olmaksızın sinirlilik, dikkat ve konsantrasyon bozukluğu, eski hayatından ve yaptıklarından zevk alamama, dalgalı duygu durum sıklıkla gözlemlenmektedir.
Stockholm sendromunun literatüre giriş hikayesi 1973 yılında meydana gelen bir banka soygunudur. Banka soygunu olayında Clark Olofsson ve arkadaşı Kreditbanken’deki bir bankanın 4 banka görevlisini 6 gün boyunca rehin alır. Olayda soyguncular tarafından rehin tutulan 4 kadının Olofsson ve arkadaşına karşı empati ve sempati gibi davranışlar geliştirdiği görülür. Hatta polisin bankaya düzenleneceğini operasyon konusunda soyguncuları rehineler uyarır. 6 günün ardından içeri atılan göz yaşartıcı bomba ile kurtarılan rehinelerin kurtarıldıktan sonraki günlerde de soyguncularla iyi ilişkilerini sürdürür. Hatta bazı rehineler soyguncuların avukatlık ücretlerini karşılar. Sendromu en çarpıcı şekilde ortaya koyan olay ise soygunculardan biriyle evlenebilmek için nişanlısından ayrılan rehine kadındır. Bu olayında üzerine sendromun tanımını ilk kez psikiyatrist Nils Bejerot yapılmıştır. Tam olarak tanı kriterleri hala tam olarak konmasa da psikoloji dünyasında kabul görmüş bir durumdur.
Halk arasında kendi katiline aşık olmak olarak efsaneleşen Stockholm sendromu mağdurunun uzun süre psikolojik destek alması gereken travmatik bir olay örgüsüdür. Hastanın öyküsü dikkate alınarak teşhis konulması gereken bir durum olan Stockholm sendromu her psikiyatrik hastalıkta olduğu gibi kişiye özgü bir tedavi planına sahip olmalıdır. Hastanın klinik bulguları üzerinden yola çıkılarak tedavi başlar. Uyku bozukluğu yaşayan hastaya doktor, ilaç tedavisi önerirken uyku bozukluğunun uzun sürmesi durumunda bunun travma sonrası stres bozukluğuyla ilişkili olabileceği dikkate alınarak tedavi planın ve uygulaması buna göre düzenlenmektedir.
Bu şiddetli travmatik durumun yol açtığı psikolojik etkilerin ortadan kaldırılabilmesi için mağdurun bu duyguyu tanıması ve tanımlaması, değişen duygu durumuyla başa çıkabilmeyi öğrenmesi amaçlanmaktadır. Hastanın öyküsü dikkate alınarak uygulanacak olan tedavisinde yaygın olarak psikoterapi, bilişsel davranışçı terapi, grup terapisi kullanılırken, bu yöntemle hastada anksiyete ile baş etmeyi,ve farkındalık oluşturmak amaçlanır.
Bu tedavilerin en temel amacı mağdurun kötü muamele yapanın amacını anlaması ve farkına varmasıdır. Stockholm sendromuna maruz kalanlarda sıklıkla görülen travma sonrası stres bozukluğunun belirtilerinden olan olaydan kendini suçlu bulma hissini aşarak bunun başına gelen travmatik bir olay olduğu mağdurun suçu olmadığını anlamasını sağlamak ilk hedeftir. Ardından öncelikle kendine ardından çevresine olan güvenin yeniden kazanılması amaçlanır. Güvenliğin sağlanması ise hastadanın güvensizlik duygusunu en aza indirmesine yardım edebilir. Belirli bir süre bu travmatik olayın ardından yas sürecine girmesi normal bir süreçtir. Hastanın hayatla yeniden bağ kurabilmesi için zamana ihtiyacı olacaktır. Aile ve grup terapileri ve çalışmalarının etkisiyle sağlıklı bir dayanışma ortamı hastanın normal hayatına dönmesi yardımcı olacaktır.
Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.