Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Varoluşçu Psikoterapide Kayıp ve Yas

Oluşturulma tarihi: 18.02.2025 22:13    Güncellendi: 18.02.2025 22:13
ÖZ

Kayıp; önemli addedilen bir kişi veya nesnenin yitirilmesi anlamına gelirken yas; kayıpla birlikte ortaya çıkan ve kederin eşlik ettiği deneyimsel süreci ifade etmektedir. Güncel literatüre bakıldığında olağan bir tepki olarak değerlendirilen yasın; belli aşamalara bölündüğü görülmektedir. Sürecin beklenenden uzun sürmesi; işlevselliğin bozulması ve adaptif olmayan semptomların ortaya çıkması halinde yas; patolojik olarak isimlendirilmektedir.

Varoluşçu psikoterapide ise herhangi bir insani deneyim patolojik olarak adlandırılmamaktadır. İnsanlar belli sorunlar temelinde değil dünyada olma halleri ile birlikte değerlendirilmektedir. Danışanların fiziksel; ilişkisel; kişisel ve tinsel dünyaları; sistemli bir gözleme imkan tanıyan fenomenolojik yöntem kullanılarak araştırılmaktadır. Terapinin sonunda danışanların; görmezden geldiği varoluş tarzlarına kendini açması beklenmektedir.

Bu çalışmada varoluşçu psikoterapi açısından kayıp ve yasın taşıdığı anlamlar ortaya konmuştur. Ölüm; anlamsızlık; ilişkisellik ve otantiklik temaları; kayıp ve yas bağlamında aktarılmıştır. Çalışmada danışanlara karşı daha derin bir anlayış geliştirilmesi adına krizin ve ölümün fenomenolojik analizi yapılmıştır. Örtük anlamın nasıl inşa edileceği aktarıldıktan sonra varoluşçu kuramın duygulara bakışı yansıtılmıştır. Buna ek olarak; bağlamsal bir bakış edinilmesinin önemine değinilmiştir. Son bölümde varoluşçu psikoterapide kayıp ve yas ile nasıl çalışıldığı bir vaka ve bir etkileşim grubu örneği üzerinden gösterilmiştir.

Bütüncül bir bakışa sahip olan varoluşçu psikoterapinin; kayıp ve yas deneyimleyen danışanlara oldukça faydalı olacağı düşünülmektedir. Bununla birlikte kayıp ve yas deneyiminin boyutlarını açığa çıkaracak çalışmalara ve terapinin etkililiği üzerine yapılacak araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır.

İÇİNDEKİLER


GİRİŞ
BÖLÜM I: KAYIP VE YAS
1.1. Tanım
1.2. Güncel Açıklamalar
1.2.1. Psikanalitik Kuram
1.2.2. Bağlanma Kuramı
1.2.3. Lindemann ve Morbid Yas Tepkileri
1.2.4. Parkes ve Patolojik Yas
1.2.5. Kübler-Ross ve Yasın Beş Evresi
1.2.6. Worden ve Yas Görevleri
1.3. Güncel Müdahaleler
1.3.1. Bilişsel Davranışçı Psikoterapi
1.3.2. Duygu Odaklı Terapiler
1.3.3. Anlatı Terapisi
1.3.4. Çözüm Odaklı Terapiler

BÖLÜM II: VAROLUŞÇU FELSEFEDE KAYIP VE YAS
2.1. Ölüm ve Sonluluk
2.2. Anlamsızlık
2.3. İlişkisellik
2.4. Otantiklik

BÖLÜM III: VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİDE KAYIP VE YAS
3.1. Kayıp ve Yasa İlişkin Açıklamalar
3.1.1. Kriz Deneyimleri
3.1.2. Ölümün Fenomenolojisi
3.1.3. Örtük Anlamın İnşası
3.1.4. Kayıp ve Yasa İlişkin Duygular
3.1.5. Bağlamsal Bakışın Edinilmesi
3.2. Kayıp ve Yas ile Çalışmak
3.2.1. Vaka Örneği: Rita’nın Yası
3.2.2. Etkileşim Grubu Örneği: Yaşlılık; Kayıp ve Yas

SONUÇ ve ÖNERİLER
KAYNAKLAR

GİRİŞ


Kayıp ve yas; yaşamın kaçınılmaz deneyimleridir. Ölümle ilişkili olsun veya olmasın kayıpla karşılaşan insanların bazı ortak tepkiler gösterdiği bilinmektedir. Yoğun keder hisleri içinde olan insanlar bir yandan yoğun duygulardan uzaklaşmak istemekte; diğer yandan kayıplarını hayatına dahil etmeye ve anlam dünyalarını düzenlemeye çalışmaktadır (Humphrey; 2017). Yasın kayba karşı gösterilen olağan bir tepki olduğu ve herhangi bir müdahale gerektirmediği düşünülmesine rağmen insanların profesyonel yardıma başvurmalarına ise oldukça sık rastlanmaktadır (Barnett; 2009).

Freud’a (1917) göre yas; sevilen birinin veya ülke; ilke; özgürlük gibi soyut bir değerin kaybına karşı gösterilen doğal bir tepkidir (Freud; 1917). O zamandan bu yana kayıp ve yası açıklama çabası sürmektedir. İlgili literatür incelendiğinde daha çok bireyin öznel deneyimini ikinci plana atan ve evrenselliği vurgulayan modellerin üretildiği görülmektedir. Kayıpla yüzleşen bireylere edilgen bir rol biçilmektedir. Yas tutan kişilerin kayıpları ile bağlarını devam ettirmesi anormal görülmekte ve yasın bir gün bitmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Aksi halde yas süreci işlevsiz; sağlıksız ve patolojik olarak değerlendirilmektedir. Bunların yanı sıra çoğu model; sosyal bağlamı hesaba katmamaktadır (Humphrey; 2017).

Literatüre göre patolojik yas; işlevsiz davranışların görüldüğü yoğun keder duygusu ile karakterizedir. Komplike; kronik; gecikmiş; maskelenmiş ve çözümlenmemiş yas gibi isimlerle de anılmaktadır. Bireyin yasın belli bir döneminde takılıp kaldığı varsayılmaktadır. Çoklu kayıpların varlığı; önceki kayıpların henüz özümsenmemiş olması; kronik hastalıklar veya ıstıraplı ölüm süreçleri gibi faktörler bireyin patolojik yas geliştirme olasılığını artırmaktadır (Bildik; 2013). Varoluşçu yaklaşımda ise hiçbir yas süreci patolojik olarak adlandırılmamaktadır. Bunun aksine yasın bir an önce sonlanıp işlevselliğin kazanılmasına yönelik toplumsal baskının olduğu ifade edilmektedir. Bu baskının etkisini üzerlerinde hisseden danışanlar; bir süre sonra kendi duygu ve davranışlarını yargılamaya başlamaktadır. Varoluşçu psikoterapi tanılar üstü bir bakışı benimsemektedir. Örneğin; bir yandan eşinin öldüğünü kabul eden diğer yandan bir yıldır sofrayı iki kişilik kurmaya devam eden bir danışan; varoluşçu kurama göre yasın belli bir aşamasına saplanmamıştır; her insanın sahip olduğu kendini kandırma kapasitesini kullanarak çelişkili olan iki inancı sürdürmeye çabalamaktadır (Barnett; 2009).

Varoluşçu terapistler yası görevlere ve aşamalara ayırmaktan yana değildir. Kaybın ardından gelen süreç; varoluşun kaçınılmaz sınırları ile öznel bir karşılaşma olarak görülmektedir (Barnett; 2009). Danışanların patolojik görülen eylemlerine odaklanmak yerine bireyin o anda neler deneyimlediği merkeze alınmaktadır. Danışanın geçmişi ve geleceğini o anda aldığı konuma göre değerlendirdiği düşünülmektedir (Topses; 2012). Terapi süresince bulunduğu konumu tanıyan danışanın yeni seçimler yapması ve seçimlerinin sorumluluğunu alması beklenmektedir. Danışanın gündemi tarafından belirlenen seanslar; derinlemesine keşfin yapılacağı bir alan olarak görülmektedir. Terapist doğrudan yönlendirmek yerine bu varoluş alanında danışana eşlik eden ve keşfi kolaylaştıran bir konumdadır (Sørensen; Lodge ve Deurzen; 2017). Varoluşçu psikoterapide en temelde bireyin otantik bir hayat sürmesi ve uzak durmaya çalıştığı varoluşsal sınırlara temas etmesi önemsenmektedir (Topses; 2012).

Varoluşçu psikoterapide kayıp ve yas süreci kriz deneyimleri içinde görülmektedir. Krizler bireyin anlam dünyasını alt üst etmekte ve yeni bir düzenin kurulmasına neden olmaktadır. Bu kurulu düzen de bir başka kriz ile sarsılana dek sürmektedir. Böylece döngü başa dönmektedir. Dolayısıyla yas ve kayıp deneyimlerini içeren krizler; yaşamın değişmez bir yönünü oluşturmaktadır (Deurzen; 2009).

Varoluşçu açıdan kayıp ve yas; ölüm ve ölümlülük; ilişkisellik; anlamsızlık; özgürlük ve otantiklik gibi pek çok varoluşçu tema ile ilişkilidir (Deurzen ve Arnold-Baker; 2017). Kayıp sonrası danışan kaçırdığı olasılıkların; kaybettiği hayallerin; bir zamanlar var olan ama artık sahip olmadığı her şeyin yasını tutabilmektedir. Varoluşçu psikoterapi açısından kaybın beraberinde getirdiği duyguların kabullenip görülmesi de önem taşımaktadır. Bu duyguların örtülüp reddedilemeyeceği veya aşılıp geride bırakılamayacağı düşünülmektedir. Birey yas sürecinde kaybın acısını çekmenin yanı sıra kendi ölümlüğü ile de yüz yüz gelmektedir. Danışanın ölüme ilişkin kavramlarla nasıl ilişkilendiği gelişimi ve büyümesi açısından oldukça önem taşımaktadır (Iacovou ve Weixel-Dixon; 2015). Deurzen (2009) kayıp yaşayan bireylerin; geride kalan mirası sahiplenmesi ve gerçekte kaybedilmiş olana veda etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Zaman gerektiren bu süreç danışanlara kolay ve rahatlatıcı çözümler sunmadan ele alınmalıdır (Deurzen; 2009). Varoluşçu psikoterapide danışanların fiziksel; kişisel; ilişkisel ve tinsel dünyaları; bağlamsal bir perspektiften ve fenomenolojik yöntem kullanılarak açığa çıkarılmaya çalışılmaktadır. Kayıp ve yas ile çalışılırken de aynı yöntem ve ilkeler izlenmektedir (Deurzen; ve Arnold-Baker; 2017).

Bu çalışmada amaç; kayıp ve yasa dair varoluşçu bakış açısının yansıtılmasıdır. Özellikle kayıp ile ilişkili meselelerin geniş bir perspektiften ele alınmasının; danışanlara faydalı olacağı düşünülmektedir. Bu amaçla öncelikle kayıp ve yasa dair güncel görüşler aktarılacaktır. Ardından varoluşçu felsefe ve psikoterapide kayıp ve yasın görünümleri ortaya konacaktır.

BÖLÜM I: KAYIP VE YAS

Bu bölümde kayıp ve yasla ilişkili kavramların tanımı yapıldıktan sonra literatürdeki güncel açıklama ve müdahaleler aktarılmıştır.

1.1. Tanım
Kayıp; kişinin anlam atfettiği herhangi bir şeyden yoksun kalması veya yoksun kaldığı yönünde bir algıya kapılmasıdır. Yas; kaybın eşlik ettiği yaşantıyı ve ortaya çıkan kederi ifade etmektedir. Yas tutma; kayıpla karşılaşan kişinin genellikle kültürel anlamları olan ritüeller çerçevesinde deneyimlediği yas sürecine atıfta bulunmaktadır. Yas ve yas tutma kavramları ölümle ilişkili olmayan kaybı da kapsamaktadır. Matem ise değer verilen bir kişinin ölümü ardından gelen; yoğun keder duygusunun eşlik ettiği bir dönemi ifade etmektedir. Kimi zaman matem sözcüğü kayıp sonrası yerine getirilen kültürel pratikler anlamında da kullanılabilmektedir (Humphrey; 2017).

1.2. Güncel Açıklamalar
Yasın işlevi ve doğasına ilişkin çeşitli psikolojik açıklamalar mevcuttur. Bu kısımda psikanalitik kuram; bağlanma kuramı; Lindemann ve morbid yas tepkileri modeli; Parkes ve patolojik yas kuramı; Kübler-Ross ve yasın beş evresi modeli ile Worden ve yas görevleri modeli aktarılmıştır.

1.2.1. Psikanalitik Kuram
Psikanalitik kuram açısından bakıldığında yas durumunda bireyin herhangi bir müdahaleye gereksinim duymadığı ve bir süre sonra normale döneceği varsayılmaktadır. Zaman ve enerji isteyen bu süreç tamamlandığında ego; kaybettiği sevgi nesnesine yapmış olduğu libidinal yatırımı çekebilecek ve başka nesnelere aktarabilecektir (Freud; 1917).

1.2.2. Bağlanma Kuramı
Bowlby (aktaran Cassidy ve Shaver; 2008) tarafından ortaya atılan bağlanma teorisine göre bebeklikte bireyin bağlanma figüründen ayrı düşmesi birtakım yas tepkileri göstermesine neden olmaktadır. Yetişkinler de bağlandıkları insanlardan ayrıldıklarında benzer tepkiler içine girmektedir. Bunun yanı sıra bireyin çocuklukta geliştirdiği bağlanma tarzı yas tepkileri üzerinde rol oynamaktadır (Cassidy ve Shaver; 2008).

1.2.3. Lindemann ve Morbid Yas Tepkileri
Lindemann (1944) beklenen yas tepkileri ve morbid yas tepkileri şeklinde isimlendirdiği bir sınıflandırmaya gitmiştir. Morbid yas tepkileri; kayıp sonrası verilen normal yas reaksiyonlarının çarpıtılmış bir versiyonudur. Gecikmiş veya ertelenmiş bir yastan kaynaklanabileceği gibi verilen tepkilerdeki sapmalar nedeniyle de görülebilir. Gecikmiş yas; bireyin beklenen tepkileri uzun süre göstermemesi ile karakterizedir. Çarpıtılmış yas ise bireyin aşırı bir aktivite içine girmesi veya sosyal olarak kendini izole etmesi gibi beklenenden farklı ve adaptif olmayan tepkiler göstermesidir (Lindemann; 1944).

1.2.4. Parkes ve Patolojik Yas
Parkes (1965) yasın geçici ve öngörülebilir olsa da işlev kaybını ve duygusal rahatsızlığı beraberinde getirdiği için psikolojik bir bozukluk olduğunu öne sürmektedir. Yas sürecini ise tipik yas ve patolojik yas olarak iki kategoriye ayırmaktadır. Patolojik yasın taşıdığı özellikler yoğun bir kederin eşlik etmesi; uzun sürmesi veya gecikmiş olması ve çeşitli semptomlar ile birlikte görülmesidir (Parkes; 1965).

1.2.5. Kübler-Ross ve Yasın Beş Evresi
Kübler-Ross (2010) ölümle karşılaşan kişilerin belli aşamalardan geçtiğini öne sürmüştür. İlk aşama inkar ve yalnızlaşmadır. Yalnızlaşmanın eşlik ettiği inkar; bireyin kendini duruma adapte etmesine yardımcı olan geçici bir tampon görevi görmektedir ve zamanla yerini ikinci aşama olan öfkeye bırakmaktadır. Bu noktada bireyin “Bu ben olamam!” tepkisi “Neden ben!” isyanına dönüşmektedir. Öfkenin yanı sıra kıskançlık ve küskünlük de kendini gösterebilmektedir. Üçüncü aşama olan pazarlık ise bireyin kayba neden olan güçlerle anlaşma yapma çabasını ifade etmektedir. Bu evrede bazı bireyler suçluluk da hissetmektedir. Dördüncü aşama olan depresyon; bireyin yoğun keder hissettiği dönemi ifade etmektedir. Beşinci ve son aşama olan kabullenme; duygularını ifade ederek yasını tutabilmiş bireylerde gözlenmektedir. Bu aşama mutluluk içinde geçirilen bir evre değil; acı ve mücadelenin olmadığı dingin bir süreçtir. Bu evreler kimi zaman iç içe deneyimlenmekte kimi zaman da birbirlerinin yerini alabilmektedir. Kayıpla yüz yüze olan kişi eğer yas sürecini yeterince işlemleyemediyse beş aşamadan birinde takılı kalabilmektedir. (Kübler-Ross; 2010).

1.2.6. Worden ve Yas Görevleri
Worden (aktaran Deurzen; 2009) yas tutan bireyin yerine getirmesi gereken bazı görevler olduğunu öne sürmüştür. Diğer açıklamaların aksine yas dönemindeki bireye daha aktif bir rol biçilmektedir. Birinci görev; kişinin kaybı kabullenmesidir. İkinci görev; yasın getirdiği acının özümsenmesidir. Üçüncü görev; kaybedilen nesnenin olmadığı bir konuma uyum sağlanmasıdır. Dördüncü görev ise kaybedilen nesneye beslenen duyguların farklı bir yere taşınması ve hayata devam edilmesidir (Deurzen; 2009).

1.3. Güncel Müdahaleler
Kayıp adaptasyonu ve yas çalışması sırasında tüm yaklaşımlar; danışanların hayata yeniden uyum sağlamasını hedeflemektedir. Bununla birlikte çalışmanın odağı ve kullanılan teknikler farklılık göstermektedir. Bu bölümde bilişsel davranışçı terapi; duygu odaklı yaklaşım; anlatı terapisi ve çözüm odaklı terapi; kayıp ve yas sürecinde kullanılan stratejiler bağlamında anlatılmıştır.

1.3.1. Bilişsel Davranışçı Psikoterapi
Bilişsel davranışçı kuram kayıp adaptasyonu ile çalışırken en temelde üç strateji üzerine yoğunlaşmaktadır. İlk olarak danışanların işlevsiz düşünce ve inançları saptanarak gözden geçirilmektedir. Ardından bireyin bilişsel süreçleriyle duygusal; davranışsal ve bedensel sıkıntıları arasındaki ilişki belirlenmektedir. Son olarak yasın adaptif bir şekilde yaşantılanmasına yardımcı olacak yeni düşünce ve inançların oluşturulması yönünde çalışılmaktadır (Humphrey; 2017).

1.3.2. Duygu Odaklı Terapiler
Duygu odaklı yaklaşımlar ise danışanların duygularını tanımlamasına; anlamasına ve deneyimleyerek ifade etmesine odaklanmaktadır. Yas tutan kişilerin deneyimledikleri zor duyguları kapsayacak koruyucu bir ortamın yaratılmasına öncelik verilmektedir. Seanslarda duygu listeleri; sandalye diyalogları ve görselleştirme teknikleri kullanılmaktadır (Humphrey; 2017).

1.3.3. Anlatı Terapisi
Kayıp sonrası anlamın yeniden oluşturulmasına odaklanan anlatı terapisi; danışanların yaşam öykülerini farklı bir şekilde anlatmalarının yararlı olduğunu öne sürmektedir. Bu amaçla danışanların öyküleri ve kişi üzerindeki etkileri sorgulanmakta; öykülerine dışarıdan bakmalarına yardım eden bir dil kullanılmakta; eski hikayeye meydan okunarak alternatif bir hikaye oluşturulmaktadır (Humphrey; 2017).

1.3.4. Çözüm Odaklı Terapiler
Çözüm odaklı terapiler insanların güçlü yanlarına odaklanmaktadır. Yas tutan danışanların başarılı stratejileri artırılmaya ve değişime yönelik adımları desteklenmeye çalışılmaktadır. Kayıpla karşılaşan danışanlarla amaçların ve potansiyellerin geliştirilmesine yönelik çalışılmaktadır (Humphrey; 2017).

BÖLÜM II: VAROLUŞÇU FELSEFEDE KAYIP VE YAS

Kayıp ve yas; varoluşçu felsefe açısından birçok mesele ile ilişkili görünmektedir. Bu bölümde ölüm ve sonluluk; anlamsızlık; ilişkisellik ve otantiklik kavramları ele alınmış ve varoluşçu düşünürlerin ilgili görüşleri aktarılmıştır.

2.1. Ölüm ve Sonluluk
Varoluşçu kurama göre ölüm; insan deneyimine yabancı olan tekinsiz bir kavramdır. Ölümün gerçekte nasıl bir şey olduğunu aslında kimse bilmemektedir. Doğum öncesi ve ölüm sonrası birey için bütünüyle muğlaktır (İçöz; 2020). Ölümün; insan tarafından deneyimlenen yüzü ise sonluluktur. Sonluluk bir yandan bireyin anksiyeteye kapılmasına neden olurken diğer yandan ihtimallerine daha açık olmasına neden olabilmektedir (Barnett; 2009).

İçöz (2020) varoluşçu filozofların ölüm ve sonluluk hakkındaki görüşlerini aktarmaktadır. Kierkegaard’a göre ölüm; insanın nasıl yaşadığına dair hesap verebilir bir konumda olmasını talep etmektedir. İdeal olan bireyin adanmışlık içinde ve öznelliğini ortaya koyarak yaşamasıdır. Bunun yanı sıra insan; sonlu varoluşu ile sonsuz ihtimalleri arasına sıkışmış bir konumdadır ve deneyimlediği her şey bu ikilemin gerginliğini içermektedir. Nietzsche; ölümün karşısında hayattan yana durulmasını ve yaşamın tüm çelişkileri içinde neşeyle deneyimlenmesini öğütlemektedir. Tillich; insanın sonluluğu nedeniyle sürekli bir kaygı içinde olduğunu dile getirmektedir. Bireyin bu duruma yanıtı; kaygıyı da sahiplenerek cesaret içinde yaşamak olmalıdır. Jaspers; herkesin tabi olduğu varoluşsal sınırları tanımlamıştır ve ölüm de bunlardan biridir. Sınır durumlar ile karşılaşan bireyin canlı bir hayat sürmesi; varoluşsal koşullarına temas ederek mümkün olmaktadır. Buber; sevilen bir insanla kurulan gerçek bir ilişkinin; geçiciliği de içermesi gerektiğini öne sürmektedir. Heidegger; herkesin yaşadığı sürece ölüme doğru ilerlediğini ve ölüm ihtimalinin her anda mevcut olduğunu ifade etmektedir. Sevilen kişilerle geçirilen her gün; onları kaybetmeye de bir adım yaklaşılmaktadır (aktaran İçöz; 2020). Sartre (2009) bireyin özgürlüğünün ölüm ile sınırlandırılmış olduğunu vurgulamaktadır. Ölüm insanın düşünebileceği; savaşabileceği veya gerçekleştirebileceği bir şey değildir. Özgür birer ölümlü olan insanlar; yaşam projeleri sayesinde bir süre ölümden kaçabilmektedir (Sartre; 2009).

2.2. Anlamsızlık
Varoluşçu yaklaşım insanların kesinlik içeren bir düzene; yol gösterici kurallara ve ideallere ihtiyaç duyduğunu ancak yaşamın tesadüfi ve anlamsız olduğunu öne sürmektedir. Yaşamın anlamsız oluşu insana kendi anlamını yaratması gerektiğini hatırlatmaktadır (Yalom; 2001). Sartre (2009) bireyin doğmuş olmasının; ölecek olması gibi saçma olduğunu dile getirmektedir (Sartre; 2009). Wartenberg (2018) de yaşamın bütünüyle absürt olduğunu vurgulamaktadır. Absürt; aklın sınırları dışında olan; mantıkla çelişen ve saçma anlamlarına gelmektedir. Camus (aktaran Wartenberg; 2018) absürt kavramını insanın dünyayla kurduğu bağ ile ilişkilendirmektedir. Dünya bireyin arzularından ve anlayışından bağımsızdır. Asıl absürt olan yaşamdan ısrarla sabit bir anlam ve şefkatli koşullar beklenmesidir. İnsanın bu durumda yapması gereken kurban rolünü kabul etmeyerek absürt şartlara kendi yanıtını vermesidir (Wartenberg; 2018).

Geçtan’ın (2005) aktarımına göre Jaspers; anlamsızlık ile karşı karşıya olan insanın kendini bir amaca adamasını önermektedir (aktaran Geçtan; 2005). Benzer bir noktadan hareket eden Frankl (aktaran Yalom; 2001) da insanın kendi anlamını bulmasının üç yolu olduğunu öne sürmektedir. Bunlar yaratıcı bir edim sonucu dünyaya katkı sağlanması; insani ilişkiler yoluyla dünyadan etkileşim alınması ve kaçınılmaz acı karşısında güçlü bir tutum takınılmasıdır (Yalom 2001).

2.3. İlişkisellik
İçöz (2020) varoluşçu filozofların ilişkisellik hakkında farklı fikirleri olduğunu dile getirmektedir. Sartre; ötekinin varlığının bir cehennem olduğunu iddia etmektedir. Burada kastedilen; insanın başkaları ile bağ kurmaya mahkum olmasıdır. Ayrıca Sartre diğerleri ile ezen; ezilen veya geri çekilen rolleri benimsenerek rekabetçi tarzda veya ortak amaçlar doğrultusunda işbirlikçi şekilde ilişki kurulabileceğini söylemektedir. Tüm ilişki türlerinin zaman zaman gerekli olduğu ifade edilmektedir. Buber ise Ben-Sen ve ben-o adını verdiği iki tip ilişkilenmeden bahsetmektedir. Ben-Sen tarzı ilişkide birey diğer insanlarla özne konumundan ve beklentisiz bir şekilde ilişki kurmaktadır. Buna karşın ben-o tipi ilişkide ise kendisini ve karşısındakini nesneleştirmektedir. Ötekinin yalnızca bir yönüyle ilgilenerek diğer yönlerini yadsıyabilmektedir. Heidegger’e göre insan her daim ilişkisel bir dünyanın içinde olsa da ötekiler; bireyin kendisi olması yolunda bir engeldir. Kişinin kalabalıklardan sıyrılarak kendini ortaya koyması önemsenmektedir (aktaran İçöz; 2020).

2.4. Otantiklik
Varoluşçu kuramda otantiklik; Heidegger’in (aktaran İçöz; 2020) kendine dairlik [Alm. eigentlichkeit] kavramından ileri gelmektedir ve insanın hayatta karşısına çıkan her şeye sahip çıkması anlamı taşımaktadır (İçöz; 2020). Heidegger’e göre (aktaran Geçtan; 2005) insan varoluşu dalgınlık veya farkındalık durumundadır. Dalgınlık durumundaki insan elalemin kurallarına ve gündelik hayatın getirdiklerine kapılmışken farkındalık durumunda; otantik bir şekilde yaşamının iplerini eline almaktadır (Geçtan; 2005). Otantiklik özgürlük ve sorumluluk ile doğrudan ilişkilidir. Sartre’a (2009) göre insanlar herhangi bir öze sahip olmadığı için özgürdür. Bu durum da onları sorumlu kılmaktadır (Sartre; 2009). Jacobsen (2007) insanın doğup doğmayacağını ve dünyaya gelmesine vesile olan aileyi dahi seçemediğini vurgulamaktadır. Bununla birlikte insan başına gelenlerle ne yapacağını seçme özgürlüğüne her zaman sahiptir (Jacobsen; 2007).

BÖLÜM III: VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİDE KAYIP VE YAS
Varoluşçu psikoterapide açısından kayıp ve yas bağlamsal bir bakış açısıyla ele alınmaktadır. Bu bölümün ilk kısmında kayıp ve yasa ilişkin varoluşçu açıklamalar yansıtılmıştır. Son kısımda varoluşçu psikoterapide kayıp ve yas ile nasıl çalışıldığı ortaya konmuştur.

3.1. Kayıp ve Yasa İlişkin Açıklamalar
Varoluşçu psikoterapide kayıp ve yas birçok insani mesele ile ilişkilidir. Bu kısımda varoluşçu kuramın kriz deneyimlerine bakışı yansıtıldıktan sonra ölümün fenomenolojik açıdan anlamı aktarılmıştır. Ardından kayıp sonrası kendini gösteren örtük anlam ve ortaya çıkan duygular ayrıntılandırılmıştır. Son olarak bağlamsal bakış açısının önemi irdelenmiştir.

3.1.1. Kriz Deneyimleri
Varoluşçu yaklaşımda kayıp ve yasa dair süreçler kriz deneyimlerinin içinde görülmektedir. Kriz deneyimleri; insanların güvenli dünyalarını sarsan stres verici veya travmatik yaşantıları ifade etmektedir. Genellikle kişiyi en çok etkileyenler beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan ve anlam dünyasını bütünüyle alt üst eden krizlerdir. Hayatın böyle dönemlerinde insanın varoluşu; mutluluk değil dayanıklılık üzerine temellenmektedir (Deurzen; 2009).

Deurzen (2009) kriz deneyimlerinin dört dünya üzerindeki görünümlerini incelemiştir. Fiziksel dünya ile ilişkili olan krizlerin başında doğal afetler; bağımlılıklar; yeme bozuklukları ve cinsel yolla bulaşan hastalıklar gelmektedir. Burada öncelik; bireyin fiziksel güvenliğinin ve bakımının sağlanması olmalıdır. İlişkisel dünya ile ilgili olan krizlere sevilen bir kişinin kaybı; savaş ve terörle ilişkili durumlar ve cinsel saldırılar örnek gösterilebilir. Alışkın olunan rolden çıkılması; bireyin kim olduğunu sorgulamasına neden olabilmektedir. Sevgilisini yitiren bir insan; çift olma niteliğini de kaybetmiş demektir veya çocuğunu kaybeden bir anne; ebeveyn rolü hakkında kafa karışıklığı yaşayabilmektedir. İnsanlar ilişkisel ve fiziksel dünyayla ilgili krizlerden kaçınabilse de kişisel dünyayla ilgili krizlerden uzak kalmak mümkün görünmemektedir. Kişisel krizler genellikle başarısızlık ve yetersizlikle ilişkilidir ancak bir yakının kaybedilmesi de benzer duyguları ve kafa karışıklığını tetikleyebilmektedir. Tinsel dünyada meydana gelen bir kriz her türden kaybın etkisiyle ortaya çıkabilmektedir. Bireyin varlığının en derinlerine temas eden; anlam ve inanç kaybına neden olan bir deneyimdir. Tinsel kriz dönemindeki bir insan; kimliğinden sıyrılmış ve artık içinde saklanacak bir yer bulamıyor demektir (Deurzen; 2009).

Jacobsen (2007) kriz deneyimlerinin aşılıp geride bırakılamayacağını aksine kapsayıcı ve cesur bir tutum takınılarak doğrudan yaşantılanabileceğini dile getirmektedir. Jacobsen bunu yapmanın üç yolu olduğunu belirtmektedir. Birincisi krizle ilişkili olan duyguların ifade edilmesidir. Bireyin hissettiği duygular ve onları deneyimleme şekli birçok farklı şekilde olabilmektedir. Kriz dönemlerini deneyimlemenin diğer yolu; bireyin benliğinden ayrılmış olan unsurları yeniden bütünleştirmesidir. Kriz deneyimlerinin sahiplenilmesinin son yolu ise bireylerin yeni bir anlam dünyası inşa etmesidir (Jacobsen; 2007). Bollnow (1987) da kriz dönemlerinin geçici olmadığını aksine varoluşun özünü oluşturduğunu ifade etmektedir. Her zaman kendini aşmakta olan varoluş; kriz dönemleri sayesinde nitelikleri tarafından sınırlandırılamaz hale gelmektedir. İnsan gündelik yaşamdan kendini sıyırıp kriz dönemlerinin içinden kendini keşfedebilmektedir (Bollnow; 1987).

3.1.2. Ölümün Fenomenolojisi
Philippson (2009) ölüm söz konusu olduğunda kaybedilenin ne olduğunu incelemiştir. Felsefi bir bakış açısıyla sorulan bu soruyu tartışırken bahsedilmesi gereken ilk unsur insan bedenidir. İnsan bedeni canlılığını yitirdiğinde geride fiziksel açıdan bir varlık kalmamaktadır. Ölüm sonrası yaşamın ruhsal boyutta devam ettiği inancında dahi; bu dünyaya ait olan bedenin yok olacağı kabul edilmektedir. Bedenden bağımsız bir canlılığın olmadığı düşüncesinde ise kayıp oldukça barizdir çünkü ölen kişiler için yaşam bütünüyle sonlanmıştır. Geride kalanlar açısından ise durum bazı yönlerden farklılık arz etmedir. Önemli bir insan kaybedildiğinde yitirilen yalnızca diğer kişi değildir; aynı zamanda benliğin özneler arası alanda birlikte oluşturulan yönü de kaybedilmiştir. Dolayısıyla danışan yalnızca sevdiği insanın değil; kendisinin bir parçasının da yasını tutmaktadır. İnsanlar kaybettikleri kişilerle olan bağlarını onlar öldükten sonra da sürdürmeye devam ederler. Yine de bu ilişkilenme artık tek taraflı gerçekleşeceği için eski halinden farklıdır. Kaybedilen kişiler geride kalanların zihinlerinde ve onların algıları çerçevesinde sabitlenmiştir. Bu nedenle bağ devam etse bile kayıp burada da kendini göstermektedir. Varoluşçu yaklaşıma göre insana dair ne varsa geçicilik arz etmektedir. İnsan bir süreklilik bağlamında algılsa da benlik de daimi bir yeniden inşa sürecindedir ve her an değişmektedir. İnsan ölümü ve doğumu bu şekilde bünyesinde taşıdığı için de kayıp; varoluşun her anında mevcuttur. Yaşamın bu yönü; sıradan zamanlarda kendini göstermeyebilirken hayatın olağan akışını kesintiye uğratan olaylar vasıtası ile görünür hale gelmektedir (Philippson; 2009).

3.1.3. Örtük Anlamın İnşası
Steffen (2018) varoluşsal açıdan bakıldığında anlam derken kastedilenin örtük anlam olduğunu öne sürmektedir. Örtük anlam; insanın bir sanat eseri karşısında deneyimlediklerine benzer şekilde; dolaylı olarak deneyimlenmekte ve sözel olmayan yollarla ifade bulmaktadır. Önem sözcüğüne atıfta bulunan ve duygusal bir içeriğe gönderme yapan örtük anlam; bir keşif süreci sonunda görünür hale gelmektedir. Bir psikolojik rahatsızlığın örtük bir anlam taşıması; karmaşık ve duygusal bir yapısı olduğunu göstermektedir. Travma ile ilişkili bozukluklar buna örnek olarak gösterilebilir (Steffen; 2018).

Steffen (2018) kayıp ve yasın dört dünyada taşıdığı örtük anlamı ayrıntılandırmış ve terapide neler yapılabileceği üzerinde durmuştur. Fiziksel dünya bakımından yas süreci ele alındığında; kayıpla birlikte tetiklenen fiziksel değişimler ve danışanın tüm bunlara yüklediği örtük anlam göze çarpmaktadır. Yasın fiziksel dünyadaki karşılığı adeta ete kemiğe bürünmüş halde kendini göstermekte ve danışanlar hissettikleri acıyı bedensel bir duyum gibi algılayabilmektedir. Bu noktada acının sembolize edilmesi; beden imgesindeki farklılaşma üzerine çalışılması; kayıpla bağ kurmayı pekiştiren fiziksel ritüellerin artırılması ve dans gibi harekete yönelik tekniklerin kullanımı danışanın örtük anlamı yeniden kurmasına yardımcı olabilmektedir. Bu gibi çalışmalar; danışanın fiziksel dünyaya uyumunu artıran ve öz bakımını güçlendiren davranışsal egzersizlerle de desteklenebilmektedir. Sosyal dünya açısından bakıldığında; kaybın danışanın ilişkiler ağında bıraktığı etki oldukça açık olarak görülebilmektedir. Hissedilen yoğun acıya hiçbir söz etki edemediği için danışanın sessizliğine eşlik edebilmek son derece önemlidir. Bunun yanı sıra kaybedilen kişinin anlatılması; anıların paylaşılması aradaki bağın devamını gösterdiği için faydalı olmaktadır. Yas sürecine kişisel dünya açısından bakıldığında ilk göze çarpan; yakınını kaybeden kişinin kendine dair bir parçayı da yitirmesi ancak sevdiği kişiyle olan bağının benliğin bir parçası olarak var olmaya devam etmesidir. Danışmanlık sürecinde kaybın danışanın benliğinde bıraktığı her tür etki keşfedilmeye ve yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Son olarak tinsel dünyaya bakıldığında; bireyin değer sistemi veya hayat amacı gibi örtük anlamla doğrudan ilişkide olan meseleler kendini göstermektedir. Terapist danışanı yarattığı değer sistemini tanımaya ve çok boyutlu bir anlam dünyası yaratmaya davet etmektedir. Yas; zorlayıcı bir deneyim olmanın yanı sıra danışanı kendi varsayımlarına meydan okuması yönünde cesaretlendirmektedir. Tinsel dünyanın keşfedilmesi; özellikle travmayla ilişkili olan kayıplarda danışanın gelişmesine yardımcı olmaktadır (Steffen; 2018).

3.1.4. Kayıp ve Yasa İlişkin Duygular
Varoluşçu psikoterapide her duygu geçerli ve doğru kabul edilmektedir. Danışanın duygularını fark edip deneyimlemesi ve altında yatan değerleri keşfetmesi beklenmektedir. (Deurzen ve Adams; 2017). Kayıpla karşılaşan danışanlar yas sürecinde birbiri içine geçmiş birçok duygu deneyimlemektedir. Bunların başında olan keder; bireyin değer atfettiği bir şeyi kaybettiğinde hissettiği duygudur (Deurzen; 2010). Solomon’a (2016) göre adeta kendini dayatan keder; bireysel olduğu kadar toplumsal bir anlam da taşımaktadır ve sevgiyle doğrudan ilişkilidir (Solomon; 2016). Sevgi ise kişinin kendisi için önemli olana yönelmesiyle ortaya çıkan; bağlılık ve eylem gerektiren bir duygu olarak tanımlanmaktadır. Depresyonla da ilişkili olan umutsuzluk; kayıp sonrası kendini en dipte bulan kişinin mücadele edecek güce sahip olmaması ile karakterizedir. Danışanlar için umutsuzluğun verdiği güvenliği bırakmak kolay olmayabilir. Öfke; kaybın kaygan sınırlarında gezinen bir kişinin hissettiği duygudur. İnsan değer verdiği bir şeyi kaybetme ihtimali ile yüz yüze gelmiştir ve tüm gücüyle bu olasılıktan korunmak için çabalamaktadır. Korku; kaybın kesin olduğu hallerde ortaya çıkan ve genellikle kişinin kendi varlığını korumak için kaçması ile sonuçlanan bir duygudur. Bir zayıflık ve güçsüzlük ima ettiği gibi iyileştirici bir teslimiyet anlamı da taşıyabilmektedir. Suçluluk; belli kayıplar vermiş bireyin kusurları nedeniyle hissettiği üzüntüye ek olarak daha iyisini yapmaya dair arzusunu ifade etmektedir (Deurzen; 2010). İnsanlar kaybettikleri kişiyle çatışma içeren bir ilişkiye sahip oldukları veya kendilerini sorumlu hissettikleri için suçluluk hissedebilmektedir. Duruma dair sorumluluk hissetmek; kişide kontrol algısı yaratabilmekte ve ölüm gerçeği bu sayede inkar edilebilmektedir (Stephenson and Murphy; 1986). Bazen insanlar sevdikleri ölürken kendileri hayatta oldukları için de suçluluk hissedebilmektedir. Yas tutan kişiler; kaybettikleri kişilere karşı çelişkili hisler de besleyebilmektedir. Bazı insanlar ise en başta kaybettikleri kişileri idealize ederek onlara karşı olumlu hisler beslerken zamanla kusurları ile görebilmeye başlamaktadır (Barnett; 2009).

3.1.5. Bağlamsal Bakışın Edinilmesi
Varoluşçu yaklaşıma göre insanlar; ölümü görmezden gelmeye yönelik stratejiler kullanmaktadır ve kayıpla karşılaşmak bunları işlevsiz hale getirmektedir. Toplumun ölümü yadsımak adına takındığı tavır ise özellikle dezavantajlı gruplara zarar vermektedir. Hastalıklara ve bedensel kusurlara sahip insanlar; ölüme dair bir çağrışım yaptıkları için damgalanmakta ve toplum dışına itilmektedir. Sosyal destek mekanizmalarından yoksun kalan ve eski statülerini kaybeden dezavantajlı bireyler için yas süreci daha zorlu bir seyir izlemektedir. Varoluşçu yaklaşıma göre kayıp ve yas ile çalışılırken bireylerin içinde bulundukları toplumsal bağlamın hesaba katılması oldukça önemlidir (Stephenson and Murph