Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Hiç Olma” Korkusunun Gölgesinde; “hiç Olmamaya” Çalışma

Oluşturulma tarihi: 18.02.2025 22:13    Güncellendi: 18.02.2025 22:13
İlk hiçlik hissi; “doğum”.

İnsan hayatının en küçük yaşam alanı olan anne karnından; uçsuz bucaksız dünyaya çıkışı. Anneden ilk ayrılış; ilk yalnızlık tecrübesi.
Bunun içindir yeni doğandaki tutunma refleksi. Bir yere tutunarak; dokunarak var olduğu gerçeğini hissetme ihtiyacı. Bu noktada birey; teklik; tek başınalık ve sonu hiçlikle bitecek bir yolculuğun ilk adımındadır. Yalnız kalmak istemez; anne ile temas en güvenilir andır. En ideal şartlar uzun bir müddet anne sayesinde yaşanmıştır. Sarılıp sarmalanmıştır bebek. Büyük boşlukta kalmak kişi için bu yüzden zordur. Yetişkinlikte de devam eder varlığın gerçekliğini ispat ihtiyacı. Kıyıyı görerek yüzmeyi; boş bir denizdense hayatın ışıklarıyla süslü bir manzaraya bakmayı tercih ederiz. Sonsuzluğu görmek o meşhur yaramızı sürekli acıtır.

Amerikalı varoluşçu Rollo May; nevrozun başlangıcını “bireyin kendi ölümü ve hiçliği ile tanışması sonucu oluşturduğu var oluşunu koruma yöntemi” olarak açıklar. Birey doğumla birlikte başlayan hiçlik (ölüm) korkusuyla baş edebilmek için savunma mekanizmalarını devreye sokar. Bu korku ne denli yoğun yaşanırsa nevrotik savunmalarımız da o denli artar.

Ölüm gerçeğinin algılanması ölümsüzlük elde etme ile ilgili çabaları da tetikler. Ölümsüzlük elde edemeyeceğini bile bile verilen bir çaba kişinin kaygısını git gide arttırır bir yandan da. Ölümsüzlüğün bir yolu bizden bir sonraki nesli üretmek ve soyu sürdürmek iken bir başka yol; ölüme meydan okumaktır (hızlı araba kullanma tutkusu; tehlikeli sporlar; sağlığa önem vermeme). Ölüm gerçeğiyle baş etmekte zorlanma durumu bu şekilde dürtüsel davranışlara da evrilebilir. Kişi ne yaparsa yapsın ölmeyeceğini ispatlar adeta.

Ve evet; hayat ilk boşluk duygusunun getirdiği hiçlik hissi ile başlayıp; hiçliğe doğru bir yolculuktur. Kişi doğumdan itibaren biriktirdiği yaşantılar; ona bakım verenlerle (ki genellikle anne) kurduğu bağın sağlıklı oluşu ve bağın sağlıklı ayrışması; yaşantılanan tecrübeler ve bıraktığı izlerle donanarak; yaralanarak ve yaralayarak ilerler. Bu yer biriktirdiğimiz sivri yönlerle bazen rahatsız bazen de yumuşacık yaşantıların verdiği rahatlıkla bize eşlik eder. Bazen çok rahatsızdır ve insan oradan bir an evvel ayrılıp kendine yumuşacık bir düzen inşa etmeye çalışır. İşte bu noktada kişinin kendini tanıma ve anlamaya çalışma süreci de başlar. Bu süreç bazıları için baş edilmesi zorlu bir yolculuktur ki o an kişinin en temel ihtiyacı sadece anlaşılmak olur.

Albert Camus; “en önemli felsefi sorun; hayatın anlamı olmadığını bir kere anladıktan sonra yaşamaya devam edip etmeme kararıdır” der.
Bu noktada hayatın anlamını sorgulamak; gerçekten anlamlı olup olmadığını anlamak da bir başka güçlük getirebilir. Eğer hayatın anlamını "ölümsüzlük" olarak belirlersek gerçekten de anlamsız bir sürecin ağırlığı ile bilinen sona doğru alınan bir yolda ilerleme sorunu dayanılmaz bir hal alabilir ki bu başedilemez bir nevrozun temellerini atabilir. Mücadele hayata kendi yükleyeceğimiz anlamları bulmak bu anlamlar için çaba sarf etmek ve ilham meleğini beklemeden bu anlamsızlığı anlamlı kılmaya çalışmakla kazanılacaktır. İşte bu noktada varoluşsal sorgulamalarımızla yaptığımız mücadelede zinciri kırmak varoluşumuza yeni bir isim vermek ve bir amaç edinmek gerekebilir.

Hiçliğin başlangıç ve bitişin ta kendisi olduğunu kabul ederek; bu paradoksun varlığını bilerek hem yokluğa hem de varlığa doğru hareket edeceğimiz bu yolculuğun her bir kilometresinde hiç de hiç olmayan izler bırakarak dolduracağımız bir yaşam yolculuğu umudu ile…