Covid-19 salgınını nasıl da inkâr ettik ilk duyduğumuzda! Salgın olsa bile insanoğlu hemencecik bir yolunu bulur ve alıştığı yaşam koşullarına devam ederdi. Ne yazık ki öyle olmadı. Uzun zamandır travma girdabının ortasındayız.
Birçoğumuz hayret ediyoruz. İnsanoğlu bilimin ve aklın önderliğinde geçmiş deneyimlerinden yeteri kadar bilgi edinememiş miydi? Uğruna dünyanın doğal dengesini bozacak teknolojiler üreten insanoğlu ufacık bir virüs ile baş edemiyor muydu? Bu soruların cevabını arıyoruz.
Belirsizliği sevmediğimiz için yaşam koşullarımızı düzene sokmaya çalışıyoruz. Düzene sokarken de doğaya hâkim olmaya çalışıyoruz. Doğanın üzerinde hakimiyetimiz arttıkça rastlantısal ve kaotik olanları dışlıyor ve görmezden geliyoruz. Oysa Kaos Teorisi’ne göre düzen ve düzensizlik bir aradadır. Küçücük bir hareket çok büyük çapta etki yaratabilir. İşte bu noktada dikkatinizi modern bilimin niceliksel tarzına çekmek istiyorum.
Modern bilimin de tıkandığı yerler var. Tamamen niceliksel verilere dayanması tesadüfleri dışlıyor. Carl Jung deneyime dayanan her teorinin zorunlu olarak istatistiksel olduğunu; yani terazinin her iki ucundaki istisnaları atarak ideal bir ortalamayı baz aldığını ve bunun fiili gerçeği yanıltıcı bir şekilde bozabileceğini söylüyor. Benzer olarak Rene Guenon modern bilimin istatistiki işleyişinin özel olaylar arasındaki farkları hesaba katmayı reddettiğini söylüyor. Oysa ki reddedilen bu ufak farkların nitelik ögelerinin nicelik ögeleri üzerinde üstünlük sağladığını vurguluyor. Yani bu ufak farklar; istatistiksel değeri olmayan ancak nitelik açısından çok büyük sonuçlar doğurabilecek şeyler dikkate alınsaydı belki de Covid-19 sürecini farklı geçirirdik.
Medyada sürekli bir istatistik okunuyor. Ölenler; iyileşenler; hastalar; yaşlılar; gençler… Meseleyi niceliğini değerlendirerek anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bir yandan da niteliğin getirdiği hisleri donduruyoruz. Kendimizi bir istatistik gibi hissediyoruz. Ölüler rakamlar oluveriyor. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanında uzun uzun betimlediği savaşçıların ölümlerine özenmemek elde değil.
Kendi varoluşumuzun derinliğinin idraki bizim için bulanıklaşalı uzun zaman oldu. Doğa karşısında gücümüz arttıkça kendi doğamızdan; sezgilerimizden; özgünlüğümüzden de uzaklaştık. Akılcılık ile birlikte içgüdüler; sezgiler; ruh gibi soyut kavramlar önemini yitirdi. Jung modern insanın kendisini ancak bilincinde olduğu kadar tanıyabileceğini söylüyor ve devam ediyor:
“Dolayısıyla insanın bilinci çevresindeki dünyayı gözlemlemeye ve araştırmaya yönelir; ruhsal ve teknik kaynaklarını bu dünyanın özelliklerine uyarlamaya çalışır. Bu o denli zorlayıcı ve yerine getirildiğinde o denli karlı bir iştir ki; insan bu süreç içinde kendini unutur. İçgüdüsel doğası ile ilişkisini kaybeder ve gerçek benliğinin yerine kendi hakkındaki fikirlerini koyar” (Jung; sf.79)
Kendi iç ve dış dünyamız arasındaki tutarsızlığı dengeleme çabalarımız iç dünyamızdan uzaklaşmamızla son buldu. Dünyada narsisizmin bu kadar yaygın olmasının sebeplerinden biri de özümüzden uzaklaşarak özgünlüğümüzü kaybetmemiz. Özümüz idrak edilemiyor; görülemiyor. Görülmememizden kaynaklı sürekli bir öteki tarafından aynalanma ihtiyacı içerisindeyiz. Son yıllarda sosyal medyadaki görülme yarışını da böyle açıklayabiliriz. Tanrı’nın bilinmek istediği ve bu yüzden insanı yarattığını söylenir. Tanrı bile bilinmek isterken bizim bu istediğimiz oldukça doğal. Ancak daha kendi kendimizi bilmeden; daha doğrusu kendimizi sahip olduklarımız üzerinden tanımlarken içinde bulunduğumuz sonsuz tatminsizlik döngüsünden çıkmamız mümkün değil. Çünkü aslında takdir edildiğimiz; görüldüğümüz; aynalandığımız hususlar içten içe bizi bize yansıtmıyor; bizimle yaşayan değersizlik ve anlamsızlık hisleri de bundan olsa gerek. Yunus “Beni benden sorman ben ben değilem; Bir ben vardır bende benden içerü” derken düşündüklerimi kelimelere dökmüş sanki.
Kafka’nın Dönüşüm adlı kitabında ana karakter Gregor bir sabah işe gitmek için kalktığında kendisini böceğe dönüşmüş olarak bulur. Aslında kendi kendimize yabancılaşmamız ile birlikte birçoğumuzun hissettikleri buna benzer şeylerdir. Çünkü hayatın süregelen düzeni ve akışkanlığı içerisinde o kadar yokuz ki! Zaten gelişen teknoloji ile birlikte birçoğumuz kendimize özgü becerilerimizi; hayal gücümüzü kullanamayacağımız; altına kendi imzamızı atamayacağımız işlerde çalışıyoruz. Eric Fromm modern toplumun en hastalıklı özelliklerinden birinin beceri ile sonuç arasındaki kopukluk olduğundan bahseder. Bu durumun anlamsızlık yarattığını da ekler.
Bu acı veren gerçeği görmemek; kendimizle yüzleşmemek adına sürekli yeni bir ihtiyaç içerisindeyiz. Hiç ölmeyecekmişiz gibi nefes almadan kendimize iş çıkarıyoruz. Rene Guenon ne güzel demiş “Modern zamanın en görünen karakteri bu: bitmek bilmez bir ihtiyaç! Neye? Harekete; sürekli değişime; olayların sürekli artan bir hızla meydana gelmesine.” Şimdi çoğumuz evlerdeyiz; kendi kendimizle kalamadığımız için çoğumuz ya Netflix karşısında donuk bir şekilde günlerini geçiriyor ya da bitmek bilmeyen aktivite havuzunda boğuluyor. Elbette zor zamanlar geçiriyoruz; sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranmalıyız demiyorum. Ancak yıllardır normal sandığımızın da normal olmadığını anlamamız ve “yapma” halinden “olma” haline geçmemiz gerekiyor. Böyle olmadığı takdirde Eric Fromm’un da dediği gibi sosyal dengelerdeki bozulmalarla ilgili aşırı hassasiyet gösterir ve böyle bir durumda kaosu kimliğimizi kaybetme olarak algılarız.
Gabor Mate Covid-19’a yakalananların büyük çoğunluğunun travma geçmişleri olduğunu söylüyor. Zaten travma geçmişi olan insanların fiziksel rahatsızlıklara yakalanma riskleri çok daha fazladır. Travma dediğimiz şey ise bizim esnek dayanıklılığımız ile alakalıdır. Kendini bilen; bedensel ve ruhsal dengesini kuran insanlar daha nadiren travma yaşarlar.
Sonuç olarak; içinde bulunduğumuz camdan kalemiz düşündüğümüz kadar sağlam değilmiş; ufacık bir virüs onu çatlatıverdi. Aynı zamanda bizleri kendi varoluşumuzu ve dünya düzenini sorgulamaya teşvik etti. Bu süreçte düşünce modelimizi sorgulamamız; bireysel ve toplumsal bazda değişikliklere gitmemiz gerektiğini anladık. En önemlisi de kendi içsel virüslerimizle baş etmeden ve ruhsal bağışıklığımızı geliştirmeden yeni dışsal virüslere de açık olduğumuz gerçeği ile yüzleştik. Değişiklikler insanoğlunu korkutur; risk barındırır ve çaba gerektirir. Ancak unutmayalım ki korkularımızdan dolayı görmezden geldiğimiz şeyler bizi şu an esir alıyor. Hep birlikte ama özgün kimliklerimizle beraber korkularımızı yenerek insanı yeniden keşfedebilir; varoluşumuzu gerçekleştirebiliriz.