Sağlık Bakanlığının verilerine göre son 5 yılda Türkiye’de psikolojik rahatsızlığı nedeniyle doktora başvuranların sayısı 3 kat artarak 9 milyona çıkmış. Ayrıca toplumda da 2 milyondan fazla depresyon hastası olduğu tahmin edilmektedir.
Ülkemizde ve dünyada gittikçe şehirleşen mahalle sıcaklığından uzaklaşan
insan; insana dokunmayı unutmuştur. Belki parlak AVM ışıklarından görmeyi; insan yoğunluğu ve sonucu (sanayiden) koklamayı; seslerin birbirine girmesinden duymayı; organik beslenmekten uzaklaşarak da tatmayı unutmuştur. İnsanın kendine dayatılandan çıkıp hayatını yeniden sorgulaması; duyularını yeniden kazanmasına yardımcı olacaktır.
Türk Dil Kurumu’na (TDK) göre doğa: Kendi kuralları çerçevesinde sürekli gelişen; değişen canlı ve cansız varlıkların hepsi; tabiat; natür. Bazı kaynaklardaysa doğa kavramı insandan bağımsız tutularak insan etkinliğinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç olarak ifade edilmektedir.
TDK insanı da doğa kavramına dâhil ederek - bana göre- olması gerekeni yapmıştır. Ancak insanı doğadan ayıran diğer görüş; zihinlerimizde daha çok işlenmiş olup rağbet görülendir. İnsanın doğayla mücadelesi veya doğaya uyum süreci sözü ve eylemi; tam da doğadan-kendinden kaçış ve reddediş sürecinin başlangıcı. Kızılderili Şeref Yasalarında geçen şu sözü iyi değerlendirmekte yarar var: “Doğa bizim için değildir; o bizim parçamızdır. Onlar senin dünyasal ailenin parçalarıdır.” Doğa kavramının insanın bilgi haritasında insandan ayrı bir şeymiş olarak belleğimizde kavramsallaştırılması; insanın biyolojik yönünü tehdit ettiği kadar; psikolojik yönüne de tehdit içermektedir.
İnsanın kendisini iyi hissettiği ve rahatladığı; sorunlarından arındığı; dağ-taş; göl-deniz; orman-vadi ne varsa aslında kendisine olan bir ziyarettir. Kendisinden (doğadan) vazgeçip yapay ilişkiler ve üretim süreci geliştiren insan; bunun sonucunda otomatlaşmış ve birçok psikolojik rahatsızlığa tutulmuştur. Ayrıca nasıl çözüm üreteceği konusunda da kısır döngüye girdiği için çoğu zaman karmaşa yaşamaktadır.
2004 yılında prestijli bir ödül olan Avrupa Konseyi Avrupa Müze Ödülü’nü kazanan Sultan 2. Bayezıd Külliyesi bir psikiyatri müzesidir. Edirne’de bulunan müze; 1850 li yıllardan sonra Osmanlı devletinde psikiyatrik hastaların müzik; su sesi; güzel kokular ve meşgaleyle tedavi sürecine alınmasıyla bilinen eski bir psikiyatri kliniği. Müzede dönemi anlatan; hastalığa göre makam- müzik terapisi; o dönemi anlatan mumyadan heykeller ve rehabilite ortamını hissedeceğiniz çalışmalar bulunmaktadır. Günümüzde de bu çalışmaların insan ruhuna iyi geldiği; hastalıkların tedavisinde ve önleyici çalışmalarda hobi evleri; müzik-resim terapi grupları ve kliniklerde meşgalenin kullanıldığı görülmektedir.
Son zamanlarda -kanser gibi rahatsızlıkla beraber- yaşam kalitesini artırmaya ve uzun-sağlıklı yaşama yönelik olarak televizyon programları artmıştır. Bu olumlu gelişme her ne kadar kafa karışıklığı yaratsa da insanı doğadaki yerini düşünmeye yöneltmiştir. İnsan; içinde bulunduğu yaşam alanını biyolojik olarak düşünmeye başladığı kadar kendi ruh halindeki çalkantıların da bununla ilintili olduğunu zamanla daha iyi değerlendirecektir. Yeme içme kültüründen başlayan bu süreç; sevgiyle ve bir arada yaşama kültürüyle beslenerek tüm canlı-cansızlara duyarlılıkla güçlenecek(meli)dir. Evimize(doğaya) dönüşle iyileşen çok şeyle beraber akıl sağlımızda da olumlu etkiler ümit ediyor; yazıyı bu minvalde Âşık Veysel’in ‘Kara Toprak” türküsünden dizelerle bitiriyorum:
Bütün kusurumuzu toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarımı düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sâdık yârim kara topraktır
Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır