Dünya mutluluk endeksinde Türkiye 78. Sırada yer alırken; mutluluk sıralamasında Danimarka; İsviçre; Norveç; İsveç; Hollanda; İzlanda ve Finlandiya ilk sıralarda gelmektedir. Oradaki insanların mutlu yaşamlarıyla; bizim görece daha mutsuz bulunan yaşamlarımız ve yaşam alışkanlıklarımız arasında ne gibi farklılıklar olduğunu hep merak etmiştim. Sonrasında Norveç; Danimarka ve İsveç’e yaptığım yolculuklar ve Hollanda’da kalmış olduğum süre boyunca yaptığım gözlemlerden yola çıkarak mutluluk için bazı ipuçları çıkarmıştım.
Bu ülkeler arasında; benim en mutlu ülke olarak değerlendirebileceğim Norveç’e dair ilk izlenimlerimi Oslo-Bergen treninde edinmiştim. Oslo- Bergen tren yolu dünya üzerinde en güzel manzaraya sahip güzergahlardan biri olarak geçiyor; gerçekten de bu şekilde adlandırılmasının ve dünyada benzerlerinin az olmasının bir nedeni varmış. Aylardan mayıstı ve gece yolculuğu yapmamıza rağmen gece hava aydınlıktı; ben de uyuyamadığım için alacakaranlıkta bütün manzarayı seyrederek gitmiştim. Usta bir ressamın elinden çıkmış benzersiz doğa manzarası resimlerini ardarda sıralamışlar ve aralarından geçip gidiyormuşsun gibi hissettiren çok güzel bir yolculuktu. 7 saat süren ama her anına gözlerini ayırmadan bakabileceğin bir manzaralar silsilesi. Küçük küçük yerleşim yerleri; küçük ve güzel evler; hemen yanında bir göl; bir dere; bazen bir nehir... Arka planda bazen dağlar; bazen bir orman... Dağların karlı tepelerinden akıp gelen bir nehir; bazen dağların doruklarından dökülen şelaleler...Gecenin bir yarısı olmasına rağmen aydınlık sayılabilecek bir gökyüzü ve bulutlar...
Yolculuğun ortalarına doğru tren oldukça yüksek dağlık bir bölgeden geçiyordu. Dışarıda kar vardı artık; ilk başta fazla yoğun olmayan fakat daha sonra en son bir kaç yıl önce gördüğüm kadar kalınlıkta bir kar. O sene pek kar yağmamıştı; kışın göremediğim yoğunluktaki karı mayısın ortasında görmek daha da şaşırtmıştı. Dışarıda eşsiz kar manzaraları vardı bu sefer de; ara ara küçük evler; donmuş buzul gölleri ve bazen nehirler..Tren ara sıra çeşitli duraklarda duruyor; kayak kıyafeti giymiş yolcular inip biniyordu. Son saatlere doğru kar yerini yeniden yeşil doğa manzaralarına bıraktı ve Bergen e iyice yaklaşmaya başladık. İstasyondan çıktığımızda ise 7 dağ arasına kurulmuş ve bir tarafında Kuzey Denizi’nin yer aldığı bu şehrin inanılmaz güzel görüntüsüyle karşılaştık. Çok güzel rengarenk evleri; sakin ve huzurlu bir görünümü vardı. Arkada dağların üzerinde yer alan evler sıralanıyordu yine.
O gün; gece 11’deki günbatımını seyretmek üzere şehri çevreleyen 7 dağdan biri olan Fløyen dağına 45 dakikalık bir yürüyüşle çıkarken 65 yaşlarında bir çiftle tanışmıştık. Biz yukarı doğru tırmanmanın etkisiyle soluk soluğa kalmışken; 65 yaşındaki bu çift oldukça zinde ve rahat görünüyordu. Sonradan öğrendik ki her gün bu dağa tırmanıyorlarmış; hafta sonları da trenle geçerken gördüğümüz yerleşimlerden birinde yer alan evlerine gidiyorlar; vakitlerini çoğunlukla kayak yaparak geçiriyorlarmış. Bunu düşününce; Danimarka’da sabahın erken saatlerinde limanda kano yapan o yaşlardaki teyzeyi hatırladım.
Fiyordları gezmek için çıktığımız gemi yolculuğu boyunca da küçük yerleşim yerlerinden geçtik. Evlerin önünde genellikle birer yat bulunan bu yerler dağların arasına kurulmuş; bazen yamaçlarda da evler göze çarpıyordu. Gemiye inip binenler arasında haftasonlarını buradaki evlerinde geçirmek üzere valizlerini alıp gelmiş yaşlı teyzeler; oltalarını kovalarını ellerine almış 2-3 çocuklu mutlu aileler vardı. Daha güneydeki ülkelerde ya da bizim ülkedeki insanların yüzünde görmeye alışık olduğum o endişe yoktu yüzlerinde. Gelecek endişesi; telaş; kaygı ve stres daha düşük düzeydeydi hayatlarında. Şimdinin tadını çıkarmayı biliyorlardı belki de. Bizim hep ertelediğimiz tatiller; aktiviteler; onların her haftasonu düzenli olarak yaptıkları; alışkanlık kazandıkları sıradan şeylerdi. Bizim yaşam tarzımız ve standartlarımızla karşılaştırıldığında; belki haftasonu için bu tarz bir eve sahip olmak; farklı imkanlardan yararlanabilmek birer lüks ve zenginlik olarak algılanabilir. Fakat; özünde burada mutluluk getiren faktörlerin boş vakitleri anlamlı bir şekilde değerlendirebilmek; doğayla olan bağlantıyı koparmamak ve durağan değil hareketli bir yaşam tarzı geliştirmek olduğu söylenebilir.
Bir gün daha iyi ve kaliteli bir hayata sahip olmak adına; kendimizi çok çalışarak yıprattığımız; geleceğe yatırım yapmak için kazandıklarımızı bir kenara yığdığımız/yatırım yaptığımız ama kullanmayı sonraki yıllara veya çocuklarımıza bıraktığımız; kullanma zamanının geldiğini düşündüğümüzde ise hayatımızın en güzel zamanlarının zaten geçmiş olduğunu acıyla farkettiğimiz hayatlar yaşıyoruz pek çoğumuz. Çevreme baktığımda hafta sonlarını çocuklarıyla; sevdikleriyle beraber geçirmek; doğada biraz yürüyüşe çıkmak; parka gitmek yerine ileride çıkmak istediği 1 haftalık muhteşem bir tatil ya da güzel bir ev veya araba alabilmek uğruna çalışmakla geçiren insanlara rastlamak zor değil. Mutluluk aslında o kadar uzakta; pahalı bir ev veya arabada değil; oldukça ucuz ve sevdiklerimizle beraber geçirebileceğimiz kaliteli kısa bir zaman diliminde diye düşünmüştüm ellerinde oltalarıyla balık tutmaya giden o aileyi gördüğümde.
Bir defasında bir hocamız yoğun çalıştığı bir dönemde durup kendisine “Sadece 6 aylık bir ömrüm kalmış olsaydı nasıl bir hayat yaşamak isterdim?” diye sorduğunu ve yoğun çalışmak yerine kendine yetecek kadar çalışıp; geri kalan vaktini de bu ölçüde yaşamaya başladığını anlatmıştı. Bu soru oldukça klasik olsa da; çoğu zaman durup üzerinde düşünmediğimiz; fakat kendimize dönüp de bu soruyu sorduğumuzda bizi gelecek kaygılarımızdan; hırslarımızdan; günlük hayatın temposuna kapılıp gitmekten kurtarabilecek bir öneme sahip. Elbette geleceğe hiç yatırım yapmadan; geleceği düşünmeden sadece şimdiki zamana odaklanarak bir yaşam sürmek değil; fakat gelecek uğruna şimdiki zamanı feda etmeden yaşamayı öğrenmek esastır.
Doğayla olan bağlantımıza baktığımda; onların aksine hayatlarımız yüksek katlı binalar; metro; otobüs ve alışveriş merkezleri arasında geçiyor; haftasonu dışarıda vakit geçirmek istediğimizde tercihimiz yeşil alanlardan ziyade çoğunlukla alışveriş merkezleri; spor yapmak istediğimizde doğada bir yürüyüşten ziyade kapalı spor salonları oluyor. Oysa ki açık havada geçirilen zamanın stresi azalttığı; kişiye psikolojik ve fizyolojik açıdan birçok yarar sağladığı pek çok araştırma sonucunda yer almaktadır. Ne yazık ki; gökdelenlerle çevrili büyük şehirlerinde hareketsiz yaşamlar sürmekle; fast-food yiyip bütün gün avmlerde alışveriş yapmakla; tüketici ve israf toplumu olmakla suçladığımız batı toplumundan –özellikle amerikan toplumundan- çok da bir farkımız kalmadı. Kısa bir mesafeyi yürümeye üşenip; evimizin önündeki aracımıza binip ulaşımı sağladığımız düşünüldüğünde çevremizde her gün bir buçuk saatini doğada yürüyüş ile geçiren veya sabahları kano yapan 65 yaşındaki bir bireye kıyasla ne kadar hareketsiz yaşamlar sürdüğümüz aşikardır. Bu yüzden; mutluluğu ileride yakalanmak üzere konulmuş bir hedeften ziyade günlük hayat rutininde yapılabilecek basit değişikliklerle elde edilebilcek bir ruh hali olarak düşünmek gerekir. Aslında; bireyselliktense birlik beraberliğin değerli görüldüğü; insanlararası bağların daha kuvvetli olduğu; manevi değerlerin daha önemli görüldüğü toplumumuzda; mutlu olabilmek ve hayatımızdaki stresi azaltmak için mutluluk endeksinde en üst sıralarda yer alan toplumlardan daha fazla kaynağa sahibiz; yeter ki değerlendirmeyi ve hayatımızı bu yönde değiştirmeyi bilelim.