Montaigne’e göre ölüm hakkındaki korkularımızın; onun garipliğini ve gücünü ölüm hakkında bir şeyler öğrenerek ve ona alışmaya çalışarak çözebiliriz. Ölüme hazır olmaya çalışarak onun etkisini azaltabiliriz. Gelişmiş Batı toplumlarında yakın zamanlara kadar ölüm "tabu" konulardan biri olarak görülmüştür. Kimi bilim adamları; örneğin Amerikan kültürünü "ölümü yadsıyan kültür" olarak tanımlamışlardır.
1. YAŞAM SÜRESİNCE BEKLENTİLER
Genellikle yaşamın ilk yıllarındaki büyümeye ayarlanmış olan insanoğlu için bu dönemde gerileme; yitirme ve ölüm onun beklentisi dışında ortaya çıkan olgulardır. Söz gelimi; çocuk ölümünü tanımaktan kaçınır ve bu olay için hep "zamansız" sıfatını kullanırız. Çocuklara verdiğimiz değer onların ölümünden duyulan kederi arttırmaktadır. Çocuk ölümü ile çocuğa verilen değer arasında ilişki vardır. Ölümü abartılı bir biçimde sadece ileri yaşlarla düşünmemiz; ölüm ve diğer türden yitimleri kendimizden uzak tutmayı istememizden de kaynaklanmaktadır. Feifel ölüm korkusuna bilinçli tepkinin; sınırlı korku; fantezi düzeyinde ambivalans; bilinçsiz düzeyde nefret biçimlerinde olduğunu belirtmektedir. Ölümün sadece yaşlıları ilgilendiren bir konu olduğu beklentisi; toplumun kaynaklarını en iyi biçimde örgütlemede yararlı olmaktadır. Genellikle yaşlı insan ölme sırası açısından en uygun kişi olarak görülür; keder duyulsa da beklentinin gerçekleşmiş olması psikolojik güven sağlar: Ölüm; var olduğuna inanmak istediğimiz bir oyunu "kurallarına uygun" olarak oynamıştır!
"Yaşlı"; "ihtiyar" gibi sıfatlar insanları korkutmakta; toplum da onları kendinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Yaşam süresini bir bütün olarak algılamak; büyümenin yalnızca erken yıllara yakıştırılması ve ileri yılların gerileme ve ölümle bir tutulması yüzünden çok güç olmaktadır.
Ergenler ve genç yetişkinler tatsız olayları uzak bir geleceğin olayları olarak düşünürler; yetişkinliğin ilk yılları bireyi orta ve ileri yılların sonlarına hazırlamakta yetersizdir: Bireyin; gerileme; yitirme ve ölüm engeline geçerli bir çözüm bulması burada temel sorundur. Birey; bu psikolojik engeli aşmak için uygun bir yol bulamazsa; yaşam süresini tümüyle kapsayan bir benlik duygusu geliştirmekte güçlük çekecektir. Algılanan sürekliliği feda ederek; yaşlı; zayıf ve ölümlü olma kimliğine atlanabilir; koşulların zorlaması (emeklilik; hastalık vb.) ile yeterli bir psikolojik köprü kuramadan geçmiş ve şimdi arasındaki engeli atlamak zorunda kalınabilir. Sonuç olarak; bireyin kendini yaşlı olarak kabul etmesinden daha önemli olan nokta; "süreklilik" duygusunun korunup korunmadığıdır.
Yaşamın zaten parlak olmayan ileri yıllarda toplumun daha karanlık beklentiler eklemesinin altında yatan ilke "ödünleme ilkesi" olabilir. Ödünleme ilkesine göre insanın payına düşen bir adalet olması gerektiği kabul edilir. Örneğin; kötüler ödüllendiriliyor olsa bile; yine de eşitlik ilkesine göre davranmak yeğ tutulur. Yaşlı ve ölümcül olanın yitirdiğine karşılık bir şeyler alabilmesi genel kuraldır. Sonsuzluk inancı ödünleme ilkesinin sonuçlarından biridir. Sonsuzluk kavramının işlevleri şöyle sıralanabilir: Ölenin ve kalanların ortak bir referans çerçevesini paylaşmalarını sağlar; diğerlerinin; çevredekilerin anksiyetesini azaltır; ölenin hakkını aldığı düşüncesiyle çevreyi rahatlatır; gerileyici müdahale için pekiştirme sağlar ("Yapacak bir şey kalmamıştı!"); ölen ve ölüm yüzünden doğabilecek toplumsal kesintiyi engeller ("Yas tutacak vakit yok; o şimdi çok daha mutlu!"). Ancak; bu tür ödünlemenin gitgide azaldığı; ölüm sonrası yaşam düşüncesine gitgide daha az yaşlının sarıldığı görülmektedir. Dolayısıyla; psikoloğun görevi kalıp yargılardan ve temelsiz ödünleme mucizelerinden uzak durarak; yaşlı ve ölen bireye eğilmek olmalıdır.
2. DÜŞÜNCE OLARAK ÖLÜM
İnsanoğlu için doğumdan itibaren tek mutlak gerçek ölümdür. Bu gerçek var oluşun anlamının temelinde yer almaktadır. Ancak; ölüm aynı zamanda artık var olmama tehdidini de temsil etmektedir; dolayısıyla; ölümden kaçamayacağının farkına varabilen tek yaratık olan insana var oluşsal bir anksiyete de yaşatmaktadır. May bu anksiyeteyi şöyle tanımlamaktadır: "Var oluşunun yıkılabileceğinin; kendisini ve dünyasını yitirebileceğinin; bir hiç olabileceğinin farkına varan bireyin öznel durumu...
“Ben öleceğim” ifadesi bireyin soyut bir kavramlar kümesi oluşturduğunu göstermektedir: Bu ifade aşağıdaki kavramlarla ilişkilidir:
(1) Ben; kendine ait bir yaşamı ve kişisel var oluşu olan bir bireyim.
(2) Ben; özelliklerinden biri ölümlülük olan bir varlık "sınıfı"na mensubum.
(3) Ben; mantıksal tümdengelimin zihinsel sürecini kullanarak kişisel ölümün "kesin" olduğu sonucuna ulaşırım.
(4) Ölümümün birçok "olası neden"i vardır ve bu nedenler pek çok farklı biçimde bir araya gelebilirler. Özel bir nedenden sakınabilir ya da kaçabilirsem de; "bütün nedenlerden kaçamam."
(5) Ölümüm "gelecekte" ortaya çıkacak. Gelecek derken henüz geçmemiş bir yaşama zamanını kastediyorum.
(6) Ancak; ölümümün gelecekte "ne zaman" ortaya çıkacağını bilmiyorum. Olay kesin; zaman belirsiz.
(7) Ölüm "sonul" bir olaydır. Yaşamım sona erecek. Bu demektir ki; en azından bu dünyada bir insan olarak bir daha hiç yaşamayacağım; düşünmeyeceğim; eylemde bulunmayacağım.
(8) Buna uygun olarak; ölüm benim dünyadan "en son ayrılmam" demektir.
Böylece; "Öleceğim" önermesi; benlik bilincini; mantıksal düşünce işlemlerini; olasılık; zorunluluk; nedensellik; kişisel ve fiziksel zaman; amaçlılık; ayrılma kavramlarını içermektedir. Aynı zamanda; çok geniş bir uçurumun üzerinde bir köprü kurmayı da gerektirmektedir: Yaşamda neler yaşandığı ile; bir ölüm kavramı oluşturma arasında. Yine de; ölüm özde "yaşantısız"dır. Ölü bir insan; hayvan ya da bitki görmek belki ölüm anlayışımıza katkıda bulunur; ama bu algılar uçurum üzerinde köprü kurmaya yetmez. Ölüm önce "orada bir yerde" bir "uyaran"dır. Ölümle ilgili bazı temel düşünceleri; genel zihinsel gelişimimizin öze ilişkin; özünde bulunan bir bölümü olarak geliştiririz. Sonra bu düşüncelerin ve sayıltıların kendileri ölüm uyaranını oluştururlar. İnsanın ölümle ilişkisini araştırmada en büyük güçlük; hem uyaranı hem de tepkiyi belirlemedeki yetersizliğimizden kaynaklanmaktadır. Örneğin; ölüm korkusu konusundaki araştırmalarda; ölüm korkusu yoğunluk açısından diğer bazı korkulardan hiç de farklı olmadığı halde; ölüm nefret edilen bir uyaran olduğu için araştırmacılar olumsuz bir tutumla işe koyuluyorlar. Asıl neden bütün korku tepkilerinin temelinde yer alan varoluş tehdidinin burada daha doğrudan olmasıdır (Kastenbaum ve Aisenberg; 1976).
3. YAŞLILIKTA ÖLÜM YÖNELİMLERİ
Herkes yaşam süresinin her noktasında ölümle ilişki içinde yaşar. Bu bakış açısı yaşlılıktaki ölüm yönelimlerini anlamamıza katkıda bulunur.
Kuramsal açıdan; ölüm karşısındaki nesnel ve kişisel yönelimler arasındaki uygunluk derecesine bakılabilir. Bu uygunluk derece derece mi; yoksa ansızın mı ortaya çıkar (örneğin; özel yaşam deneyimlerine tepki olarak); başka bir deyişle; daha uygun bir bunalım modeli mi; yoksa henüz belirlenmemiş bir değişim süreci mi söz konusudur. Ölümle ilişkilerin değişmesi; zorunlu olarak; bireyin yeni bir kendi üzerinde düşünme süreci başlatmasına yol açar. Ancak; zaman boyutu birey yakalandıkça ya da ölüme yaklaştıkça mutlaka kısalıyor değildir. Yaşlı kişinin gelecek duygusu; kronolojik yaş ya da ölümden olası uzaklık gibi boş değişkenlerden çok; bireyin çevre üzerindeki denetim algısına bağlıdır.
Ayrıca bireysel farklılıkları da dikkate almak gerekmektedir. Kimi insanlar yaşam ve ölüm korkularıyla çok erken yaşlardan itibaren ilgilenirler; kimileri de ileri yaşlara ölüme fazla kafa yormadan girerler. Bu alanda toplumsal istek ve beklenti değişkenleri önemli bir etkendir. Yaşlıların çoğu yaşam ve ölüm konusunda bilgece ve şatafatlı şeyler söylemelerinin beklendiğini bilirler; bazıları gerçekten bu konuları düşünürken; bazıları da yalnızca beklentiye boyun eğerler. Yetişkinlerin ölüm yönelimleri konusunda sözlü anlatımlar kadar pratik kararlar da bilgi verebilir. Bir insan bir vasiyet hazırlamış mı ve bunu değişen koşullara göre düzeltiyor mu? Yaşamını uzatmak için yeme içme alışkanlıklarını değiştiriyor mu? Tehdit edici belirtilere karşın sigara içmeyi sürdürüyor mu? Ciddi biçimde hasta olan arkadaşlarını ziyaret ediyor mu; bundan kaçınıyor mu? Ölüm ilanlarına bakıyor mu; bakmaktan kaçınıyor mu?
Bilişsel uyumsuzluk kuramı bu konuda yararlı olabilir. Yaşlanan birey ölümle ilişkili etkenleri dikkate aldıkça gerçeklik ile bilişsel tasarım arasında daha fazla uygunluk ortaya çıkar. Ancak; ölümle ilişkili düşüncelerin kendisi yerleşik tutumlarla çatışarak uygunsuzluk yaratabilir. Gerçekliğin baskısından kaçarak yüreğimizin derinliklerinde genç ve ölümsüz mü kalmalıyız; yoksa ölümün düşüncemizde daha geniş bir yer almasına izin mi vermeliyiz? Bireyin ölüm bilgisini zihinsel yaşamında gözden geçirmenin hem yararı hem da zararı vardır ve bu alanda kullandığımız stratejiler bizi her yaşta etkileyen her şeyden etkilenmektedir (zihinsel olgunluk düzeyi; kişilerarası destek; stres; sağlık gibi).
Ölüm karşısındaki yönelimleri yalnızca kronolojik yaştan kestirme yolu pek verimli olmamaktadır. Ölümle ilgili düşünceleri diğer değişkenlere bağlı olarak açıklama girişimi de karışık sonuçlar vermektedir. Araştırmalarda kullanılan tekniklerin sınırlılıklarını dikkate almak gerekmektedir. Aslında; ölüm korkusunu ve düşüncesini ortaya çıkarmak için kullanılan tekniklerin neyi ölçtüğü hep tartışma konusu olmuştur. Yetişkinlikteki ölüm tutumlarını açıklamaya çalışan kuramlar genellikle deneysel bulgularla desteklenememiştir. Bu konuda o kadar çok yöntembilim sorunu vardır ki; başarısızlık ne yalnızca kavramlara; ne de işlemlere bağlanabilir. Akademik türden ölüm araştırmalarının birtakım güçlükleri sürüp giderken; klinik ve diğer uygulamalı araştırmalar yararlı olmaktadır. Araştırmacılar 25–90 yaşları arasındaki bin erkeği inceleyerek; her yaş düzeyinde yüksek; orta ve düşük düzeyde anksiyete bulmuşlardır. Yüksek anksiyeteli genç ve orta yaşlı erkekler doktorların teşhis edebildiğinden daha fazla hastalık bildirmişlerdir. Yüksek anksiyeteli yaşlı erkekler ise hastalıklarını azaltarak belirtmişlerdir. O halde kimler sağlıklarını doğru olarak bildirmektedir? Büyük olasılıkla yüksek anksiyeteli olmayan "iyi uyum sağlamış" yaşlılar... Anksiyeteli yaşlı erkekler yaşama yönelik güncel bir tehditten (hastalık) korunmak istemişler; buna karşılık anksiyeteli genç erkekler yaşamlarının tehlike içinde olduğuna gerçekten inanmadıkları için semptomlar üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu gözlemin pratik sonuçları açıktır: Hastanın anksiyete düzeyi ve bununla başa çıkma biçimi klinik değerlendirmeye katılmalı ve yaşlıların sağlıkla ilgili bildirileri dikkatle ele alınmalıdır.
Araştırmacılar; yüksek ölüm anksiyetesi bildiren yaşlı kadınların zaman karşısında mülkiyetçi olduklarını ve zamanın çabuk geçmesini istemediklerini buldular. Bu bulgu bireyin zamanın güçlükle geçişine ilişkin algı örüntüsüyle açıklanabilir. Bu konunun araştırılmasında yalnızca sözel tepkilerin derlenmesinin yeterli olmadığını; doğal durumlarda yapılmış dikkatli gözlemlere gerek olduğunu bir kez daha belirtmekte yarar var.
a. İntihar
Yetişkinlerin ölüm karşısındaki yönelimleri sözel tepkilerle tam olarak anlaşılamadığına göre; belki sözel olmayan davranışların en aşırısı olan intihar aydınlatıcı olabilir. Yaşama karşı ölümü seçmek çocukluktan yaşlılığa kadar her düzeyde ortaya çıkan bir olgudur. Amerika Birleşik Devletleri nde intihar konusunda cinsiyet farklılığı olduğu; erkek intiharlarının kadınlarınkinden üç kat fazla olduğu dikkati çekmektedir. Üstelik erkekler daha şiddetli ve etkin yöntemler kullanmaktadırlar (kadınlar tipik olarak ilaç kullanmayı; erkekler ise ateşli silahları; damar kesmeyi; yüksekten atlamayı seçiyorlar). İntihar olayları kronolojik yaşa bağlı olarak çocukluktan genç yetişkinliğe doğru artmaktadır. Kadınların intiharı 40 yaşlarının ortalarına kadar artmayı sürdürmekte; 80 yaşlarının ortalarında düşmektedir. Erkek intiharı 25–40 yaşlarında biraz durmakta -yine kadınlardan fazla-; sonra 80 lere doğru yeniden yükselmektedir. 20 inci yüzyılda intiharların artış gösterdiği gerçeğini de dikkate almamız gerekiyor.
Yaşlılıkta intiharı daha iyi anlayabilmek için şu soruları sormamız gerekir:
1. Yaşlıyı intihara sürükleyen şey nedir? Emeklilik sonrası yaşanılan ruhsal bunalımlar; yalnızlık hissi; işe yaramaz fikri buna neden olabilir. Örneğin erkeğin üretimi sıfıra düşüyor. Sosyal çevre; yaşlı kişinin içinde bulunduğu durum itibariyle(fiziksel aktif olma) özellikle emeklilik sonrası sosyal çevreden bir soyutlanma ve izolasyon oluşur. Günümüz modern toplum anlayışı bireyselciliği ve çekirdek aile yapısını desteklemekte bu yüzden yaşlılar toplum tarafından az desteklenen; huzurevlerine çekilen ve bunun psikolojisiyle yaşayan insanlar haline gelmiştir. Bu da yaşlıların intiharlarında rol oynamaktadır. Bazen de huzurevlerine itilme fikri ve kimsesizlik fikri intiharı destekler.
2. Yaşlı; ilgi çekmek için intihara yönelebilir mi? Ergenlikteki ilgi çekmek için intihara yönelme kadar olmasa da bir nebze olabilir. Çünkü ergen topluma kendini kabullendirmek(ben buradayım; beni görün; benimle ilgilenin) için tepki yapar. Ama yaşlı gücünün kaybolduğunun farkında ve intiharı tamamen ilgi için yapmıyor.
3. Yaşlı intihar için hangi yöntemleri kullanıyor? Genelde intihar yöntemleri değişmez ama genelde yaşlılar acı vermeyen yöntemleri kullanıyorlar.
4. Yaşlılarda intihar oranı cinsiyet olarak kimde daha fazla? İntihar oranı erkeklerde daha fazla olması ihtimaldir; çünkü kadın emekli olunca boşluğa düşmez; bir yan uğraşısı vardır ama erkeğin yoktur.
5. Cinsiyetler arasında intihar yöntemlerinde farklılık var mıdır? Erkekler daha kesin yolları denerken; kadınlar daha hafif- az acı veren yolları denerler. Onun için erkelerde teşebbüs oranı az; gerçekleşme oranı yüksek iken; kadınlarda teşebbüs yüksek gerçekleşme oranı düşüktür.
6. yaşlılar intihar etmeden önce bir belirti bir ipucu bırakıyorlar mı? (örneğin mektup yazma; bahsetme). Yaşlı içine kapanık yalnız olduğu için belirtiler olmayabilir ama konuşurken “vasiyetim şöyle… Vasiyetim böyle…” gibi bazı kelimeleri daha sık kullanması buna işaret edebilir.
7. Dini inançlar intiharda nasıl bir rol oynar? Genelde inançlı insanlarda intihar oranı daha düşüktür. Dinin kendi canına kıymayı yasak etmesi; en büyük günahlardan sayması kişinin intihar etmesini engellemekte büyük rol oynar.
b. Ötenazi
Son yıllarda dünyada üzerinde sıkça durulan konulardan biri olmuştur. Aynı zamanda; kitle iletişim araçlarında da "ölüm cezası"; "ölme hakkı"; "klinik ölüm" gibi sorunlar gitgide daha fazla işlenmiştir. Günümüzde ölümü seçme hakkının yasallaştırılması yönünde güçlü akımlar vardır ve ölüme mahkûm hastalara ölme hakkının tanınması savunulmaktadır Öleceği kesinlikle bilinen bir hastanın acısını dindirmek için doktorların yardımıyla yaşamını sonlandırmaktır. Türk Ceza Kanununda ötenazi hakkında kesin bir hüküm yoktur. Bu nedenle bu tür eylemler; adam öldürmeyle eşdeğer tutulmakla birlikte verilen ceza; yargıcın insani nedenleri göz önünde bulundurulmasıyla indirilebiliyor.
Ötenazi iki şekilde gerçekleşir. Ya tedaviye son verilerek; hastanın kendi haline bırakılması; yani pasif ötenazi ya da doktor eliyle gerçekleştirilmesi; aktif ötenazi olarak bilinir.
4. YAŞLILIKTA ÖLÜME İLİŞKİN TUTUMLAR
Ölüme karşı tutumlar aile değerleri; kültür; bilişsel ve duygusal olgunlaşmayla çok farklı şekiller alır. Ölüme karşı tutumlar yaşlandıkça değişiklik göstermeye başlar. Yaşlı insanla ölüm arasındaki ilişki sosyal etki altındadır. Bazı toplumlarda ölüm; yaşlılıkta bir töre niteliğine bürünerek arzulanan bir şey; soyut olmayan çok yakın bir olay olarak değerlendirilir. Yaşlı birey gücünü; sağlığını korusa; işinden koparılıp alınmasa bile; toplumun ona ‘son’unun yaklaştığı fikrini yansıtması sebebiyle; yaşlının istekleri ve tasarıları söner.
Ölüm toplumda nadiren açık bir şekilde tartışılır ve geleneksel aile yaşamının okul hayatının bir parçası olmadı. Acı kaybetmeye karşı insanın doğal bir tepkisidir. Kaybetme yaşamımızda ve duygularımızda değişiklik meydana getirir. Yaşlı insanın yakın çevresinde bir kayıp olduğunda çevresindeki insanlar ona yaz tutma sürecinde acele ettirir. Bu rahatsız edici durumda üzüntülü kişinin acılarını anlamak yerine aslında onun ilgisi başka bir yöne çekilmeye çalışılır. Bize göre birey depresyon üzüntü kaybettiği kişiye özlem gibi duygusal durumların kolaylıkla atlatabilir. Ama yaşlı birey ölümün getirdiği öyle durumlar var ki bazı şeyleri asla atlatamıyor.
Ölüm ve acı doğal yaşamın tıpkı dünyaya gelmek gibi bir parçasıdır. Ölmekte olan bir insanın evinde hazır bulunma; kişinin son anlarında onunla konuşma; ona refakat etmek genç insanları ölümün gerçeklerine hazırlamada yardımcı olur. Amerika’da yürütülen bir çalışmada sekiz yaş civarındaki öğrencilerden ölümle bir herhangi bir deneyimlerinin anlatmaları istenmiş büyük çoğunluk cenaze törenlerini ve ağlayan insanları anlatmışlardır.
Tarih boyunca birçok toplumda ölüme ilişkin birçok dini inançlar ve ölümü çevreleyen ritüeller ortaya çıkmıştır. Örneğin Eski Yunanlılar ölümü doğrudan karşı karşıya oldukları bir yaşam olarak algılamışlar. Eskimolarda yaşı ilerlemiş ve topluma katkısı olmayan ve katkısı olmayan kişiyi kendi kaderine terk ediyor yada adına bir ayin düzenleniyor ve ayinle öldürülüyor. Ayrıca birçok toplumda ölüm varlığın sonu olarak görülmez. Beden ölmesine rağmen ruhun yaşamaya devam edeceğine inanılır. Bu birçok din böyledir. Ölüm belki de günahların cezasıdır.
5. ÖLÜMÜ İNKÂR
Herkes ölümü ve ölmeyi kabul etmek zorundadır; ölümü gerçekçi bir biçimde kabul etmek kişinin duygusal olgunlaşmasının belirtisidir. Ancak; insanların ölüm karşısındaki bilinç düzeylerinin bireyden bireye farklılık göstereceği de açıktır. Ölümü inkâr etmek; bazı insanların ölüme yaklaşım; bakış tarzıdır. Gerçekte; bir bitiş olan ölüm gerçeğini inkâr etmeye devam etmek sık rastlanan bir durum değildir. Kişiyi yakın olan ölüm gerçeğinden korumak için yardım eder ve bir miktar umut sağlar. Kişi ölümü inkar etmeye devam ederse bir süre sonra onu kabullenmeye başlar; bu duruma uyum sağlayabilir.
Ölümü inkâr etmenin çok farklı şekilleri vardır. Örneğin. Ölüm konusu açıldığında pek katılmaz; ciddi bir sağlık sorunu olsa bile; bunu ölümle sonuçlanabilecek bir durum olarak görmez. Ölüm başka kelimelerle anlatılır ‘ O sonsuza ilerliyor’ gibi. Hinton; hastanede ölen kişilerden dörtte birinin yüksek bir kabul gösterdiğini söylemektedir; fakat hastalık ve hastane koşulları bunda önemli bir rol oynamaktadır. Hastaların yaklaşık yarısı yaşamının sona ermekte olduğunu kabul etmekte (daha çok yaşlı kişiler); dörtte biri acı çektiğini bildirmekte; diğer dörtte biri ise pek az şey söylemektedir.
Ölümü inkâr etmek; ölümle ilgili bazı korkuları erteleyebilir fakat bazen kişinin uyumunu etkileyecek olumsuz durumların ortaya çıkmasına ve ölüm gerçeğini ısrarla çarpıtmasına sebep olabilir. Örneğin; yaşamı tehdit eden semptonlar ortaya çıktığında kişiyi tıbbi tedavi yöntemleri aramaktan alıkoyabilir; kişiyle iletişimi engelleyebilir. Öte yandan bazı yaşlılar da yaşam sonrasının belirsiz olduğu düşüncesiyle dini konulara yöneliyor
6. ÖLME SÜRECİ
"Ölüm" sözcüğü hem bir olayı -ölme olayını-; hem de bu olayın sonucunu gösterir. Klinik ölüm ile biyolojik ölümü birbirinden ayırmak çok güçtür. Klinik ölüm yaşamsal (vital) belirtilerin yok olmasıyla tanımlanır. Ölme süreci normal olarak birtakım evrelerden geçmektedir. E.Kübler-Ross (1969) ölmekte olan 200 den fazla hastayla yaptığı görüşmelere dayanarak ölme sürecinin evrelerini saptamıştır. Kübler-Ross a göre; eğer ölüm aniden olmamışsa ve ölmekte olan kişi ne olup bittiğinin farkındaysa ölme süreci beş evreden geçmektedir.
(a) Reddetme ve Yalıtma: Birinci evrede kişi ölümün yakın olduğunu yadsımaktadır. İlk tepki "Hayır; ben değil; doğru olamaz!" biçiminde ortaya çıkmaktadır. Kimi hastalar bir yanlış yapıldığını (örneğin tıbbi testlerin başkasınınkiyle karıştırıldığını) ileri sürmektedir; kimileri daha olumlu bir tanı için başka doktorlara gitmektedir. Bu yadsıma tepkisi beklenmeyen haberin şokuyla başa çıkmada sağlıklı bir yol olarak görülebilir. Yadsıma kısa vadede tampon işlevi görmekte; hastanın uzun vadede daha köklü savunmalar geliştirmesine olanak sağlamaktadır. 200 denekten sadece 3 ü yadsıma tutumunu sonuna kadar götürmüştür; çoğu; yadsımanın tampon olma işlevi bittikten sonra onun yerine "kısmi kabul" tutumunu geçirmiştir.
(b) Öfke: Artık inkâr etmeye devam edemeyeceğini anlar. İkinci tepki "Neden ben?" biçiminde ortaya çıkmaktadır. Odak duygu öfke; haset ve küskünlüktür. Aile için bu öfkeyle başa çıkmak; hastanın bakış açısını anlamak çok zordur. Öfkeli kişinin mesajı belki şudur: "Ben yaşıyorum; bunu unutmayın! Sesimi duyabilirsiniz. Henüz ölmüş değilim..."
(c) Pazarlık: Bu evrede Tanrıyla; doktorla ya da başkalarıyla pazarlık ederek ölümü ertelemeye çalışılmaktadır. Bu evre de hasta için kısa vadede yardımcı bir evredir. Pazarlık örnekleri diğer evreler kadar açık seçik değildir ve bütün hastalar ölümle bu yolla başa çıkmaya kalkışmamaktadır.
(d) Depresyon: Bu evrede kişi artık ölmekte olduğunu yadsıyamaz; öfkenin yerini depresyon alır. Kübler-Ross "hazırlayıcı" depresyon ile "tepkici" depresyonu birbirinden ayırmaktadır. Hazırlayıcı depresyon; dünyanın şeylerinden vazgeçmeyi ve dünyadan sonul ayrılışı içeren "hazırlayıcı hüzün"le ilişkilidir. Hasta sevdiği her şeyi ve herkesi bırakma sürecine girmiştir. Bir depresyon türünde hasta sessizdir; sessiz jestler; karşılıklı duygu ve sevecenlik anlatımları hastaya yardımcı olabilir. Buna karşılık tepkici depresyonda kişi bazı müdahaleler gerektirebilir; destekler isteyebilir.
(e) Kabul etme: Bu son evre öncekilerin en yüksek noktasıdır. Bu evrede hasta yaklaşan sonunu derin derin düşünmektedir. Bu evre hemen hemen bir duygu boşluğuyla belirlenir.
Kübler-Ross bu evrelerde "umut"u önemli ve sürekli bir etken olarak görmektedir. Yeni bir ilaç; bir araştırmada son dakikada bir başarı; yeni bir tedavi yöntemi gibi düşünceler hastanın son aylarına ve haftalarına kadar koruduğu düşüncelerdir. Bu umut sadece iyileşme umudu değildir; aynı zamanda ölümü kabul ederek ölme umududur. Bu umut; hem ölümü hem de ölüm kederini daha insancıl ve anlamlı kılmaktadır.
Psikiyatrist Kübler-Ross ölüm evreleri kuramını ağır derecede hasta kişilerle yaptığı görüşmelerle geliştirmiştir. Bugün geçerliliği kalmamakla birlikte; bu kuram; başka araştırmacıları ölmenin psikolojisi üzerinde çalışmaya sevk etmesi bakımından yararlı olmuştur. Kastenbaum (1975); Kübler-Ross un kuramının ölme sürecinin çok önemli bazı yönlerini ihmal ettiğini ileri sürmektedir. Kişilik; cinsiyet; gelişim düzeyi; ölüm ortamı gibi etkenleri mutlaka dikkate almak gerekmektedir. Kastenbaum a göre Kübler-Ross un evreleri ölme deneyiminin çok dar ve öznel yorumlarıdır. Bu evreler abartılmış ve bireyin önceki yaşamından ve şimdiki koşularından yalıtılmış biçimde betimlenmiştir.
7. ERİCSON’UN 8.EVRESİ
Benlik Bütünlüğüne Karşı Umutsuzluk ( Yaşlılık Dönemi )
Bu dönemde kişi bütünlük ( hayat dolu dolu ve üretken bir şekilde yaşanmıştır; yaşanan hayattan tatmin olunmuştur) ya da umutsuzluk (hayatın anlamı yoktur ve boş geçmiştir hissi vardır) arasında bir çatışma yaşar. Bütünlüğü yaşayan kişi bilgedir. Hayattaki yeri ve rolünü kabul etmiştir; kendisi ile barışıktır. Kişi artık geri dönemeyecek ya da geçmişi değiştiremeyecek bir aşamadadır. Bu döneme dek olan basamakları uygun bir şekilde; çok zedelenmeden ve büyük hatalar yapıp çevresini yıkmadan çıkmışsa bir rahatlık ve olgunluk içindedir. Etrafına güven duygusu ve olumlu diğer duyguları yansıtır. Hayatını pozitif ve negatif yönleri ile kabul etmiştir; pişmanlık duyguları taşımaz. Hayata keşke tekrar başlayıp; olanları düzeltsem ya da farklı yaşasam şeklinde özlemleri yoktur. Geçmişini yapabileceklerimin en doğru ve iyisini yaptım şeklinde değerlendirerek; huzur içindedir.
Bu hissin yaşanmadığı ve önceki basamakların sorunlu olup; hakkıyla geçilemediği durumlarda derin bir pişmanlık; değersizlik ve depresif düşünce yumağı ile karşılaşılır. Ölüm korkusu belirgindir. Artık geçmişe tekrar dönmek; olanları düzeltmek olanaksızdır ve ne yazık ki ekilenler biçilmektedir. Yaşanması; sahip olunması ya da hissedilmesi gerekip de; bunların olmaması; beklenen ilgi ve anlayışın görülmemesi; becerilerdeki azalma; sağlığın kısmen bozulması kişide kendi etrafındakilere yönelik nefret duyguları; umutsuzluk duyguların oluşmasına yol açar. Bu içe kapanma; yakınlarını etrafında tutmak için değişik çabalar içine girilmesi; gençlere karşı olumsuz; eleştirel bakış açısına neden olabilir. Ümitsizlik; nefret ve ölüm korkusu içindedir. Hastalık hastalığı; depresyon; psikosomatik hastalıklara rastlanmaktadır.
8. MANSELL PATTISON’UN YAŞAM ÖLÜM ARASI KURAMI
E. Mansell Pattison; umduğumuz yaşam süresi ve hayatımızı nasıl yaşayacağımızla ilgili planlar gibi ‘hayatın yönünü’ tanımlamıştır. Pattisona göre hastalık ya da ciddi bir rahatsızlık; umduğumuz yaşam süresinde bir düzeltmeye; değişime sebep olduğunda yaşamın yönü gözden geçirilmiş olmalıdır. Pattison; düşündüğümüzden daha önce öleceğimizi keşfetmemiz ve gerçekten öldüğümüz zaman arasındaki süreye dikkat çeker. Bu süre 3 aşama şeklinde karakterize edilmiştir. Akut evre; kronik evre ve son. Pattison bu evreleri birer örnek olarak görür. Bu evrelerde farklı insanlar farklı zaman harcarlar. Her evreyi bireyin tepkilerine göre tanımlamıştır.
Akut evresinde birey hayatındaki en şiddetli krizlerle karşı karşıya gelir. Beklentilerinin hepsini gerçekleştiremeyeceği gerçeği ile yüz yüze gelmesi gibi. İnsanlar bu evrede kendilerini hareketsiz hissederler; yüksek seviyede kaygı vardır. Bu evrede; yaşlı kişinin önemli ölçüde duygusal desteğe ve ölüm gerçeğinden uygun bir şekilde söz etme ihtiyacı vardır.
Kronik evrede; bireyler ölüm korkusuyla yüz yüze gelirler. Yalnızlıktan; acı çekmekten; sevdiklerinden ayrı kalmaktan bilinmeyen düzeyde korkmaya başlarlar. Son evrede ise; geri çekilme görülür. Adeta dünyadan elini eteğini çekip ölümü bekleme evresidir. Bireyler içe dönük davranışlar sergilerler. Kendilerinden; çevrelerinden; günlük deneyimlerden; aktivitelerden uzaklaşmaya başlarlar.
9. İYİ-UYGUN ÖLÜM
Kuşkusuz kişinin ölümle karşı karşıya gelme şekilleri; hayata nasıl bakacağına yansıyacaktır. Uygun bir ölüm insanlara kendi terimleriyle; kendi değerleriyle ölme olanağı verir; herkesin beklentilerine uyar. Uygun ölümde; ölüm toplumsal katı kurallara göre kabullenme konusunda sosyal bir baskı toktur; herhangi davranış aşamalarından da geçmezseniz. Bireylere uygun bir ölüm imkânı vermekle (yani onlara gereken ilgiyi göstererek; ihtiyaçlarını karşılayarak) onların umut dolu olmasına olanak sağlarız. Bu umut verici durum gelecek hakkında pozitif düşünmeye işaret eder. (doğum günü kutlaması; arkadaşlar tarafından ziyaret edilmek; bir sonraki yıla erişmek gibi)
Araştırmalara göre; umut dolu olmak; kontrol ve ölümcül hastalıkları yenme ve yaşamla ölümün bir arada olduğu anlamını verir; biz bilinci kazandırır. Bazı ölüme yakın; ölmekte olan insanlar ölümde kaçmak yerine; onu inkâr etmek yerine her gün hayata katılmaya devam ediyor. Umut etmek ölümü inkâr etmekle tamamen aynı anlama gelmez. Aksine ölüme karşı durmak; yaşamdan ümidini kesmemek etkin bir karara işaret eder. Uygun bir ölümle karşılaşma ümidiyle; kişiler kendi değerlerini; özsaygılarını; bireyselliklerini; kendi kimliklerini devam ettirebilirler. Kalish; uygun bir ölümü kabullenmek için gerekli üç faktör şekillendirmiştir: aile; arkadaş hatta doktorlarla sıcak; içten ilişikler kurmak; bütün karmaşıklıkların; duyguların; bilgilerin; sonuçların tartışıldığı bir çevre; ortam oluşturmak ve yaşamdan; deneyimlerden; dinden anlamlar çıkarmak.
Amerikalılar “rahat bir ölümde” ne istiyorlar? Araştırmalar şunu gösteriyor; çoğu evde ölmeyi istiyor. Fakat % 75’i tıbbi hizmette ölüyor (Cloud; 2000). Ölümcül derecedeki hastalar daha önce hiç tanışmadıkları hekimler tarafından tedavi edilirler; buna karşın birçoğu hayatlarının sonunda onlar için ilgilenen kişilere sahip olmayı isterler.
10. HUZUREVİ
Huzurevindeki yaşlıların bir kısmı için yalnızlık daha doğrusu beraber oldukları bir aileden yoksunluk huzurevine gelene ya da bir süre öncesine kadar yaşanmamıştır. Ne var ki; bir yandan toplumsal değişme ile gelen zorunluluklar huzurevinde kalan yaşlıların aile ve diğer toplumsal ilişkilerden derce derece soyutlanmalarına neden olmuştur.(Bu sadece huzurevi için özel bir olgu değil) Çocuklarının yanında kalmayan kimi yaşlılar bunun nedenini kendilerinin istemediklerini; kimi çocuklarının başka yere gittiklerini; kimi damat ya da gelinlerinin istemediklerini; kimi de çocukları tarafından istenmedikleri şeklinde ifade etmişlerdir.
Yaşlıların huzurevi olgusu; onun nitelikleri ve işlevleri ile ilgili ayrıntılı bilgi sahibi olmaktan çok; kurumun sadece varlığından haberdardırlar.
Huzurevinde yaşlılar günlük yaşamlarını kendileri düzenlemesi açısından özgürdür. Ancak; yaşlılığın getirdiği sınırlamalar yanında; kurum olarak huzurevinin toplumsal işlevsel bütünlüğünden görece soyutlanmışlığı da yaşlının günlük yaşamına etki yapar.
Toplumun büyük bir kesiminin; huzurevinde kalmaya genelde karşı olduğu söylenebilir. Yaşlıların çoğu için huzurevi yaşamın geriye dönüşü olmayan son istasyonu olup bu değişmez niteliği nedeniyle de reddedilir veya aile dışına itilmiş şeklinde algılanır.( bu algıyı yaşlı oluşturmuyor; daha çok bu yorumun çevreden kaynaklandığını söyleyebiliriz.) Bu nedenle yaşlılar huzurevine taşınmak istemeyebilirler. Huzurevini –tümüyle haklı nedenler dayanmaksızın- düşkünler evi şeklinde algılanmasının veya buranın değişmez bir son durak karakteri taşımasından ya da buraya yerleşmenin -herhangi bir geçerli sebebi olmamasına rağmen- aile ilişkilerinin bozukluğunu yansıttığı kanısından kaynaklanan olumsuz imajı nedeniyle yaşlıları bu tür kurumlara yerleştirecek önlemlerin alınması gereklidir.
Yapılan çeşitli araştırmalar bazı yaşlılarda huzurevine taşınmadan hemen önceki dönemin kritik olduğunu göstermiştir. Bu dönemde stres düzeyi maksimuma ulaşır. Belirsizlik duygusu ve karşılaşılacak yeniliklerden duyulan korku ruhsal gerilime yol açar. Huzurevi hakkında bilgi sahibi yaşlılar ise bu dönemde gerilim azdır. Yaşlılar hazırlıksız olduğu için yeni çevreye uyum sağlamada güçlük çekiyorlar. Erkekler huzurevinde özgürlüklerini ve kendi kurdukları düzeni kaybetme korkusuyla kaygı duymaktadırlar.
Huzurevinde yaşayanların aynı kurum içinde yer değiştirme durumuna uyum sağlama sürecide önemlidir. Bu tür koşullarda; huzurevinde aynı bölümde kalanların ayrı ayrı başka bölümlere nakledilmelerinin; bölümün bir bütün olarak başka bir binaya nakledilmesinden daha olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bununla birlikte tüm huzurevi sakinlerinin birlikte yeni bir binaya taşınmaları durumunda gerek yaşlılar gerekse personel arasındaki ilişkilerin belirli ölçüde zayıfladığı belirlenmiştir. Ancak yaşlılara yer değiştirmeden önce bazı seçme olanakları tanındığı zaman; kendilerinin de durumu belirli ölçüde denetledikleri duygusu uyandığından yer değiştirmeden 10 ay sonra aralarındaki ilişkinin yer değiştirmeden öncesine kıyasla çok daha güçlü olduğu gözlemlenmiştir. Değişimlere yaşlılar haberdar edilerek hazırlanmalı; olayın en azından bir yönünü denetim altında bulundurdukları izlenimi verilmelidir. Bu kurum içinde yer değiştirme olgusuna uyum sağlamada başarı kazanmanın en önemli koşullarından biridir.
11. YAŞLILKTA ORTAM DEĞİŞİMİ (Relocation )
Yaşlanmak çoğu insan için barınama koşullarını da değiştirilmesini beraberinde getirebilir. Örneğin lojmanlarda yaşayanların emekli olduklarında bu konutları boşaltmaları gerekebilir. Bu şekilde; konut değiştirmek zorunda kalan ki