Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Hayatımız Travma

Oluşturulma tarihi: 18.02.2025 22:13    Güncellendi: 18.02.2025 22:13
10 Ekim sabahı; toplum olarak büyük bir acıyla uyandık güne. Patlamada yaralananların tedavileri sürmekteyken ölümler ve hemen arkasından gelen ötekileştirme ortamı bizi sevdiklerimizden ve toplumsal güvenimizden uzaklaştırdı.
Yaşadığımız acının tarifi olmaz. Fakat acımıza eşlik eden birçok olumsuz duygu; travmanın etkilerine ilişkin bilgi verir. Bu ay yazımı travma üzerine yazmışken; yaşananların da yazıma eklenmesi adına yeniden düzenledim. Yine de psikolojik travma ve travma sonrasına ilişkin bilgilere yer vereceğim.

Psikolojik travma; doğal afetler ve insan eliyle yapılmış dehşet verici yaşantılar olarak tanımlanabilir. Biraz açarsak; savaşlar; deprem; sel gibi doğal afetler; saldırı; işkenceler; tecavüz; taciz ve benzeri yaşantılar; kazalar; aile içi şiddete maruz kalma ruhsal travmaya neden olan yaşam olaylarıdır. Toplu katliam ise içinde bulunduğumuz hafta içinde yaşadığımız en büyük travma diyebiliriz.

Beklenmedik bir olay olması ve kişinin kendisinin veya yakınının zarar göreceği tehlikesi karşısında yaşanan dehşet ve çaresizlik hisleri ruhsal travmayı oluşturur. Yani katliam sırasında ölenlerle aynı meydanda olmamız gerekmez. Onlardan geriye kalan izleri görmek; görmemiş olsak da yakınlarımızdan; tanıdıklarımızdan birilerini kaybetmek veya televizyon ekranlarından bu dehşet verici yaşantılara seyirci olmak dahi birçok insanda korku; acı; kızgınlık gibi duyguları uyandıran travmatik yaşantılardır. Travma sonrasında şok; panik; hissizlik; olayın yaşandığı yerden kaçınma; suçluluk; irkilme; çarpıntı ve benzeri bedensel ve ruhsal birçok belirti yaşanabilir.

Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ise; yaşanan doğal afet veya insan eliyle ortaya çıkan; zorlu ve beklenmeyen yaşantılar sonucu oluşan bir tür kaygı bozukluğudur. Bir aydan uzun süren belirtiler ile birlikte tanı konulur. TSSB belirtileri genel olarak üç grupta toplanıyor. Kişi yaşadığı olayı veya içinde bulunduğu durumu yeniden yaşantılama yoluyla tekrar tekrar yaşamaktadır. Olaya ilişkin kabuslar görmesi; flashbackler olması gibi durumlar yaşar.

İkinci grup belirtiler; aşırı uyarılmışlık hali belirtileridir. Aşırı kaygılı; gergin; sürekli korunmaya ya da kontrol etmeye çalışılması gibi süreçleri doğuran bir haldir. Kaçınma belirtileri; kişinin yaşadığı olayı hatırlatan kişilerden; mekanlardan kaçınması ile gerçekleşiyor. Bu kaçınmalar olaya ilişkin belirli kısımları hatırlamama; olay yerine tekrar gitmekte zorluk yaşama şekillerinde ortaya çıkabiliyor. Yabancılaşma hissi; uyku bozuklukları; bazı psikiyatrik rahatsızlıkları tetikleyici rolü de var. Bu sebeple terapiye başlamadan kişinin yaşadıkları iyi analiz edilmeli ve buna uygun olarak yapılandırılmalıdır.

Travmaya neden olan olayı değiştiremeyiz. Geçmişte olayın yaşandığı zamana giderek olayların akışını da değiştiremeyiz. Fakat o yaşantıya ilişkin bakış açımızı; bilişsel ve duygusal süreçlerimizi değiştirerek artık aynı semptomları yaşamaktan kurtulabiliriz. Tedavide de asıl amaç; yaşanmış olan ruhsal travmanın yeniden anlamlandırılmasıdır.

Ankara katliamı gibi bir toplumsal travma sonrasında ise acıyı azaltacak en iyi şey dayanışma olmaktadır. Aileler; arkadaşlar ile yaşanan acı paylaşılmalı; gerekli durumlarda bölgede hizmet veren uzmanlardan yardım alınmalıdır. Toplum olarak yaşananlara duyarlı olmamız; içinde bulunduğumuz acı dolu süreci atlatmamızı kolaylaştıracaktır. Aksi halde kutuplaşma ve ötekileştirmeler artacaktır. Aynı coğrafyayı; koca bir tarihi paylaşan insanlar olarak kucaklaşmanın tam zamanı. Tüm yaşantılarımızı; duygularımızı sahiplenerek…

Yaşadığımız toplumda güven duygusunu sarsan birçok olay hatta travma her geçen gün insanları birbirinden uzaklaştırıyor. Otobüste; vapurda; işe giderken; yolda yürürken farkında olmadığımız bir kaygıyı göğsümüzün üzerinde taşıyor gibiyiz. Peki bizi çevremize; ailemize; toplumumuza bu kadar uzaklaştıran güvensizlik probleminin kaynağı nereden geliyor? Öncelikle güven nedir sorusunu sorarak başlamalıyız işe.

Güven duygusu toplumu nasıl etkiliyor?

Yemek; uyumak gibi hayatımızı devam ettirmemize yardımcı olan en temel gereksinimlerden biridir güven duygusu. Diğer insanlarla iletişim kurabilmek ve bu hayatı paylaşabilmek için en büyük yardımcımızdır. Bir diğerine güvenebilmemizin temelleri; çocukluğumuzda; aile içerisinde atılmıştır.

Güvensizlikse içerisinde alınganlık; kıskançlık ve şüphe taşıyan; olumsuz ve iletişimi zedeleyici bir duygu halidir. Çocuğun ailede kabul görmesi ve sorumluluk alabilmesi; çevresiyle sağlıklı ve dengeli ilişkiler kurabilmesine; toplum içerisinde diğer bireylere ve kendisine güvenebilmesine yardımcı olur. Güvenin temelleri çocukken atılır dedik ya; aynı zamanda güvensizliğin de öyle…

Peki belirli bir dine; kültüre; millete bağlı büyümüş ve ötekini yadsımış bir çocuk; metropolitan bir kentte sokağa çıkınca ne yaşar? Veyahut sürekli öteki komşu olarak yaşamış bir kişi için kalabalıklar özgürlük ve aitlik mi verir; tutsaklık mı? Güven sınırlarının çizilmesi kompleks bir süreç gerektirmekle birlikte aşırılığa kaçmak; aşırı güven duygusu geliştirme veya aşırı güvensizlik duygusu; yine tüm aşırılıklarda olduğu gibi iletişim sistemlerimizi olumsuz etkilemektedir.

Aşırı güven duygusu; ötekileştirme getirir

Aşırı güvenme ile birlikte kendini toplumdan soyutlayan yalancı bir güven durumu ortaya çıkabilir. Hayat bu kadar muğlak iken kendine aşırı güvenmek pek gerçekçi olmayacaktır. Bu durumun sonucunda diğerini hor görme; beğenmeme; kendi doğrularını dogmatik bir biçimde savunma gibi kişileri ötekileştirici tutumlar boy gösterebilir. Ötekileştirmenin sonunda farklı olanı kabul etmeme; kendine benzemeyeni karalama ve dışlama gibi davranışlar tüm benliği kaplayacaktır.

Toplumca güven duygusunun sarsılması; hem topluluklar olarak; hem de bireyler olarak ruhsal hastalıklarımızı artırıcı etkidedir. Bu etkilerin başında travma sonucu oluşan belirtiler başta olmak üzere; yoğun kaygı; depresyon; içe çekilme veya saldırganlaşma gibi belirtiler de sergileyebilir insan. Bir arada yaşamanın en iyi yolu empati kurmak ve saygı duymaktan geçmektedir.

Kutuplaşmanın önüne nasıl geçebiliriz?

Birbiriyle ilişkisi olmayan topluluklardan tutun; sosyalleşmiş ve iç içe geçmiş gruplara kadar; hem kişinin kendi benliğini ortaya koymaya çalıştığı; hem de ortamdaki bilgi ve deneyimleri özümsemeye çabaladığı süreçler; toplulukları birbirine yakınlaştırır. Sadece kişisel benliğini ön planda tutup diğer milletten; inançtan; meslekten; cinsiyetten; sağlık durumundan; fiziksel özelliklerinden ve akla gelebilecek ayırıcı olarak kullanılan tüm özelliklerden bihaber davranılır ve farklı olan bir bütünlük hali olarak değil de zıtlık-düşmanlık hali olarak görülürse birey; kalabalıklar içerisinde yalnız olmaya devam edecek demektir. Evet; herkes kadar yalnızdır bireyler; bir bütünün yalnız ve eşsiz parçalarıdır. Diğer parçalara verdiği değer kadar değerlidir. Bu sebeple önce bütüne bakabilmeli ve dışarıdan kendini görme farkındalığına ulaşabilmelidir insanoğlu.

Karşındakine güven; onu başka dünyadan veya öteki olarak görmek; kültürel kutuplaşmalar ve yabancılaşmalar birbirine entegre olmuş durumlar olmakla birlikte bu konulara ilişkin hassasiyet geliştirmek; üzerinde düşünmek ve gözlemlemekle bir arada yaşayabilmek adına çok büyük adımlar atılabilmesine yardımcı olacaktır. Hangi travma benim; hangi kültürü sahiplendim; nereye aitim ve “ben kimim”i özümsedikten sonra bu kadar çoklu ve karmaşık algılamalar; seçimler içerisinde değerli olan şey; bir diğerini koşulsuz kabul edebilmektir. Bu kabulü içselleştirdikten sonra yaşama güvenli bireyler ve sağlıklı toplumlarla devam edilebilir.