Dil ve düşünce üzerine bir önceki sayıda yazdığım yazı sonrası ikinci yazımla sizlerleyim. Bu konudaki ilk yazım dilin insan hayatındaki varoluşsal alt yapısı üzerine ve bu konuda yapılan psikolojik deneylerle ilgiliydi. Bu yazıda ise teknoloji ve insanın düşünce-dil bağlamını tartışacağım.
Teknolojinin gittikçe hayatı kolaylaştırdığı ve bir o kadar da zorlaştırdığı dönemler yaşıyoruz. Bu ne demek? Teknoloji hayatı neden zorlaştırır? Öncelikle işin kolayına kaçarak hayatı nasıl kolaylaştırdığına bakalım. Bunun diyalektik yöntemle anlatılması bu manada daha kolay olacaktır. Yani karşıtıyla beraber değerlendirilmesi…
Telefonu icat eden Graham Bell sese dayalı teknolojinin kullanıldığı karşılıklı iletişimin başlangıcıydı. Oradan bu döneme bakıldığında günümüzün mobil görüntülü 3G ve şimdi 4G ile devam eden teknolojik sürecinde epey yol alındığı kesin. Bu arada telgraf; mektup; faks gibi araçlar da bunlarla beraber serüvenine devam etti. Kolaylaşan lletişim sistemleri önceleri zor şartlarda bağ kurulabilen kişilere büyük kolaylık sağladı ve özlemlerini giderdi. Buraya kadar her şey güzel... Sonrasında cep telefonu da yine insan için büyük bir lütuftu. Artık yanınızda bulundurduğunuz aletle iletişim kurabiliyordunuz. Bunun insanın günlük yaşamında ne kadar etkili olduğunu evde cep telefonunuzu unuttuğunuzda kaygıyla fark ediyorsunuzdur. Hatta bununla ilgili bir de fobi oluştu: nomofobi. Yani telefonsuz kalma kaygısı. İnsanların belki de kendilerini çırılçıplak hissetmesi gibi bir şeydir belki de bu durum. Herkesin seni merak edip ulaşamamasını düşünmekten; başınıza bir şey gelse veya iletişim kurmak isteseniz yardım çağıramayacağını düşünmek gibi pek çok duyguyu da barındırıyor olabilir. Tabi bu kişinin genel mizaç özellikleriyle de ilgili.
Bir şeye bağımlı olmak ve bunun yitiminin korkunç sonuçları olacağı düşüncesi. Cep telefonu önce ismindeki gibi sadece cep telefonuydu. Arkasından cep interneti de oldu. Ve sosyal paylaşım sitelerinin de etkisiyle insan iletişiminde bir sarmaşık gibi bütün iletişim kanallarını sardı. Peki bu iyi bir şey miydi? Mutlaka iyi yanları olduğu kadar insanın tek bir şeye bağımlı olması onun gelişimini engelleyici özellikler de barındırır. Hatta fobik durumlar oluşturacak kadar kendisini sorgulamasını gerektiren hastalıklı durumları da. Patates; insanlık tarihinin en değerli ve eski besinlerinden birisidir. Ama sadece patates tüketirseniz diğer besinlerden payını alamayan organlar iflas etmeye başlar. Bu manada tek bir şeye bağımlı olmak yerine yaşamı renklendirmek ve türevlendirmek daha yaşamsal olsa gerek.
1990’lı yıllarda ivmesini artıran bilgisayar ve internet teknolojisi zamanla dünyada ve ülkemizde; başta internet kafelerde kendisini gösterdi. O dönem; kişisel bilgisayarı olan çok az kişi olduğu için de internet kafeler sosyalleşmenin ve internetle tanışmanın en basit yöntemiydi. Buraya gelen başta gençler olmak üzere hem kendi aralarında sosyalleşirken hem de dönemin sosyal ağlarında farklı kişilerle tanışma ve iletim kurma olanağı buluyorlardı. Eskiden mahallede olan olayın dedikodu aracılığıyla kulaktan kulağa olmasından veya mahalledeki bir erkek/kızdan bahsetmekten çok daha eğlenceliydi bu. Öyle ya! Karşımızdaki insan bambaşka birisiydi. Ve bir o kadar da insanlar kendilerini iletişimden yeterince sorumlu hissetmiyorlardı. O dönemlerde yasal düzenlemeler de yoktu.
MİRC isimli konuşma programı oldukça ünlüydü. Dileyen kişiler özel sohbet edebiliyor dileyen de toplu sohbet imkanı buluyordu. İletişimin hızlı olması; yeni dostluklar ve flörtlerin başladığı bu dönemi MSN ve ICQ isimli konuşma platformları da aldı. MSN isimli program zamanla iş yerlerine kadar girdi ve işverenle çalışanın sıkıntı yaşamasına bile neden oldu. Bir haber bültenindeki Adana’ da bir iş yerine asılan personel alım ilanınında “Telefonla oynamayan bayan eleman aranıyor” ilanı da bu manada sorunların mizahi şekilde devam ettiğini gösteriyor.
2000’li yıllara gelindiğinde cep telefonunun daha çok yaygınlaşması ve mobil telefon iletişiminin ucuzlamasıyla telefonla mesajlaşmaların hızlandığı görülmektedir. Tabi insan davranışı da bu teknolojinin peşi sıra değişmekteydi. Görüşmelerin gittikçe az kelimeyle oluşması bir yana kelimelerin tamamen anlamsız görünmesi bunlardan bazılarıydı. Aslında anlamsız değildi. İki kişi anlaşıyordu ama gittikçe evrimin tersine doğru gittiği izlenimi veren bu iletişim; kimilerince alay konusu kimilerince de günlük yaşamın doğal iletişim kanallarıydı. Kişiler slm;a.s;aeo(Allaha emanet ol) gibi kısmi kısaltmaların yanı sıra zaman zaman nbr; nsln; npyrsn gibi sesli harflerin olmadığı kelimelerle iletişim kurmaktaydı. Dini selamlaşmaların ve niyetlerin bile kısaltmaya tabi olduğu düşünülürse; bu noktada iletişim ve yabancılaşma kavramının tekrar tekrar ele alınmasında yarar var. Yabancılaşma kısaca insanın kendisine; içinde bulunduğu ortama; mekana ve/veya dünyaya karşı bağını yitirmesi veya bağlarının özdeşim halinde olmaması durumudur. Bu durum kişinin yaptığı eylemlerin neticesindeki sorgulama ve sorumluluk almaktan kendisini uzaklaştırmakla birlikte; amaçladığı şeyin tam ortasındayken bile o şeyle temassızlığı; ayrıca kişinin duygusal olarak uzaklığını beraberinde getirir.
Peki günümüzde durum ne? Herkesin her şeyden muzdarip olup aynı zamanda şikayetçi olduğu durumlar yaşıyoruz. Herkes anlaşılmak için karşıdakinden şikayetçi olabiliyor. Ama bir o kadar da karşıdakini anlamak için uğraşmayabiliyor. Aşırı genellemelerden kaçınmak gerekir mutlaka.
”Aynen” kelimesi başta olmak üzere kısalan cümleler; düşünce ve duygu tembelliğine neden olabilmekte. Peki nasıl bir tembellik? Örneğin karşısındaki kişi; ayrıntılı analiz yaptığında veya bir olay anlattığında “aynen” kelimesiyle karşılık veren kişi; karşıdakinin söyledikleriyle birebir aynı fikirde olduğunu belirtmektedir. Bu mümkün olsa da çoğu zaman namümkündür. Karşıdakinin duygu düşünce ve olay dünyasını irdelemeyen insan; zamanla kişilere karşı empati kurmakta da zorlanacaktır. Ayrıca cebinde “aynen” kelimesiyle dolaşan kişi başka bir şeye de ihtiyaç duymayabilir. Sonrasında düşünce tembelliği; kendi analitik sistemine de zarar verebilir. Çünkü insan beyni birikim ve irdelemeyle gelişen bir organdır. Aynen kelimesi güçlü bir örnek olsa da işin dil ve düşünce arasındaki bağ açısından başka kelimelerin de varlığı mutlak. Yani; şey; evet gibi başka kelimelerin sık kullanımı da diğer örneklerden bazıları. Ayrıca kelimelerin kısaltılarak kullanımı da yine beyni harekete geçirmemizi engelleyici unsurlar.
Günlük hayatımızda kelimelerin daralması ve işlevselliğin yitmesiyle ilgili hazırlanmış en etkili filmlerden birisi “Idiocracy”. Türkçeye “Ahmaklar” olarak çevrilen bu basit komedi filminde; bir proje kapsamında uyutularak unutulan kişinin 500 yıl sonra uyanması ve tümüyle aptallaşan insanlardan kurulu toplumda; ‘en akıllı’ kişi olmasını konu alınmaktadır. Yine başka bir uzun fitürist dizi de İngiltere yapımı “Black Mirror” örnek gösterilebilir.
Günlük hayatımızı şekillendirmek; yeniden yapılanmak adına öncelikle yapılması gerekenlerin başında teknolojiyle aramızdaki bağı sorgulamamız geliyor. Ve bunun uzantısında da dille düşünce bağının kurulmasına.
Yazı dizimi; dilin önemini ifade eden Konfüçyüs’ün bu çarpıcı diyaloguyla noktalıyorum.
Konfüçyüs’e sorarlar: “Bir ülkeyi idare etmek için çağrılsanız yapacağınız ilk grev ne olurdu” diye. Çinli filozof Konfüçyüs cevap verir: “Öncelikle işe dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil bozulursa kelimeler düşünceleri aktaramaz. Düşünceler iyi ifade bulamazsa; yapılması gereken işler yapılmaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa; töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa; adalet yoldan sapar. Adalet yoldan çıkarsa; şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını; işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”