Belki dediğim zamanlarda bazen sadece düşünürüm. Varoluşumu sorgularım. Ben yoktum ve vardı bu dünya ben olmayacağım var olmaya devam edecek bu dünya. Kendi varlığını devam ettiriyor ve üzerine kurulmuşuz . Düşünsenize; koca bir balina ve balinanın üzerinde simbiyotik bir yaşam süren organizmalar ve ufak balıklar gibi bizde dünyanın üzerinde öylece varız. Onunla besleniyor o varlığını devam ettirirken bizde kendimizle varız. Bencil ve tüketim canavarları olarak sadece balinamızı eritiyoruz ve onu güçten düşürüyoruz. Kendimizle o kadar meşgulüz ki bütünün içinde küçücük bir organizma olan kendimizi ve türümüzü ne kadar yüce görüyoruz. Herşeyin sahibi olan bizmişiz gibi paylaşıyoruz bu dünyayı. Hak sahibi olduğumuza kendimizi inandırıyor ve bu hak sahibiyetliğini korumak ve diğer öteki herkes içinde bunu geçerli kılmak adına hukuk ve yasalar dediğimiz şeyleri yaratarak o sisteme kendimizi mensup hisseder hale getiriyoruz. Biz bunun bir parçasıyız ve buna uymalıyız buna göre yaşamalıyız diyoruz. Öteki bunu haketti o yüzden o buna sahip diyoruz ve bunu kabul ediyoruz. Ve sonra çark yine başa dönüyor ve kendi sahipliğimizi öylesine sahipleniyoruz ki; sahiplimiğimizin kölesi oluyoruz. Sahip olmazsak var olamayacakmışız gibi hissederken buluyoruz kendimizi. Kendi tutsaklıgimızı yaratan bizler; kendi yarattığımız bu tutsaklığın da farkında olan bizler olarak korkuyu yaratmış oluyoruz.
Varoluşumuzun en başına gidecek olursak hiçbirşey yokken sahibiyet yoktu. Olamazdı. Bir tek varken ; ötekileri benim için daha anlamlı bile değilken sahibiyet nasıl olabilirdi ki? Nasıl sahip hissedebilirdik ki?
Ve sonra insan dedi ki ; bu benim!
Ve sonra diğer insan da bu da benim dedi.
Ve sonra başkası bunları beğendi ve savaşarak almaya çalıştı.
Ve sonra başka bir gün başka bir insan bunları savaşmadan nasıl elde edebiliriz diye düşündü ve Takas denilen şeyi buldu.
Ve çok çok sonra takas oldukça karmaşık hale geldi ve başka bir ölçü ve değer birimi geliştirildi adına bugün Para diyoruz.
Para sahibiyetin resmi gücü oldu. Ne kadar çok paran varsa o kadar şeye sahip yada o kadar şeye sahip olma gücüne sahip oldu.
Belki de doyumsuzluğu doğuran sahip olduklarımızdan daha öte Sahip olma gücüne sahip olmaktı.
Ve bunu sevdik.
Ve daha çok sevdik.
Ve çok daha fazla sevdik.
Ve kendimizden daha fazla sever olduk.
Ve sonra kendimizi; kendimizi unutmuşken bulduk.
Ve sonra dedik ki sahip olma gücü öyle güçlüydü ki bunu kaybetmek veya bundan vazgeçmek ve hatta vazgeçmeyi düşünmek bile üzerimize karabasan gibi çöktü. Nefes alamaz ve hareket edemez hale getiriyordu bu karabasan. O halde yapılacak tek şey kendimizi aslında sahip olmanın gücünü sevmediğimize inandırmaktı.
Ve evet bunu başardık.
Biz aslında biz miyiz?
Eğer biz; biz değilsek kimiz?
Biz buyuz diyebilirsek gerçekten o olduğumuz nasıl bileceğiz?
Gerçekte ki kendimizle yüzleşme gücümüzü bulma yüzleşmesini ne zaman yapabileceğiz ?
Bununla yüzleştiğimizde bunun altından kalkalabilecek kendiliğimize sahip olabilecek miyiz?
Demem o ki; kendinin ne olduğuna güvenme. Aslında kendini inandırdığın Kişisin sen. Ondan daha öte değilsin.
Çok karamsar bir tablo çizdim sanırım.
Hatırlamalıyız ki en karanlık an şafağa en yakın andır.
Şafak bizi bekliyor.
Şafağı kucaklamak için artık kendini sorgulamaya başla. Yargılarını; doğrularını; yanlışlarını; iyiyi kötüyü; vicdanını sorgula ve bak bakalım orda ne kadar sana ait şey var ? Göreceksin ne kadar kendinden uzaksın.
İşte bu görmeye izin verdiğin anda kendini göreceksin.
Ve sonra kendinden ötesini birlik bilincini göreceksin.
Oraya ulaştığında göz yaşlarını tutamayacaksın.
Göz yaşaların ilk önce cahiliyetin için akacak ve sonra farkındalığın göz yaşları olacak bunlar.