Doğduğumuz andan itibaren bizimle birlikte olan ve her şeyi kayıt altına alan “bilinçdışı” dediğimiz bir mekanizmamız mevcut. Bu mekanizma; günden güne bize bakım veren herkese dair tüm bilgileri depolar. Ses tonlarından vücut dillerine; hal ve tavırlarından olumlu/olumsuz tüm özelliklerine kadar tüm verileri kaydeder. Bu kayıtlar ileriki yaşantımızda bizim kişilik özelliklerimizi oluşturmada kaynak görevi gördüğü kadar; çevremizdeki insanlara karşı olan yaklaşımımızı da son derece yönlendirici bir etkiye sahiptir. Yabancılarla dolu bir ortama girdiğimizde birine bakıp içimizin ısındığını hissederken; bir ötekinin çok antipatik olduğu fikrine kapılabiliriz. Bu; bir elektrik meselesi değildir. Bilinçdışı; saniyeler içerisinde milyarlarca anı ağına ulaşarak bir takım çağrışımlar elde ederek; gördüğü o resme dair bir duyguyu bilincimize taşır. Şayet karşımızdakinin herhangi bir özelliği geçmiş anılarımızla ortaklık taşıyor ise; o kişiye karşı uyanan olumlu bir hissiyat ile güven hissederiz. Çünkü bilinçdışı aşinalık olduğu taktirde kendisini güvende kabul eder. Aksi taktirde tehlike çanları beynimizde çalmaya başlar. Kişinin olumsuz kabul ettiği bir özelliği karşısındakinde görüp güven duymaya devam etmesinin sebebi de budur. Bu olumsuz özelliğin; geçmişte kendisine bakım veren kişilerin ön plana çıkan ve kişinin kendisi üzerinde iz bırakan özelliklerden biri olduğunun ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.
- Güven eksikliği neden yaşanır?
Bu noktada da bireylerin geçmiş yaşantısının ele alınmasında büyük yarar vardır. Henüz çocukluk döneminde şayet ebeveynleri; çocuğun ayrışarak bir birey olabilmesine engel teşkil edecek düzeyde çocuğa bağımlı tutum sergileyerek; çocuğun tek başına bir şeyler yapmasına engel olmuş ve “o odaya gitme; bak ben buradayım yanımda kal” şeklinde çocuğu kısıtlamış ise; bir fanus içerisinde yetiştirircesine tüm ihtiyaçlarını daha o demeden gidermeye çabalamışsa; bilinçdışı mekanizmamız dünyanın korkulması gereken bir yer olduğuna dair bir algı geliştirebilir. Gelecekte de hayatımıza alacağımız kişiler noktasında; ‘onlar tarafından yutulma’ kaygısıyla kendimizi uzak tutma ihtiyacı hissedebiliriz. Yakın ilişkilerin özgürlüğümüzü kısıtlayacağını düşünerek mümkün olduğunca karşımızdakilerden uzak durmaya gayret ederiz. Bu da yakın ilişkiler için esas olan temel güvenin oluşmasına elbette balta vuruyor olur. Aynı şekilde çocukken çok fazla ihmal edilmişsek; ihtiyaçlarımız anlaşılmamış ve önemsenmemişse de; gelecekte buna benzer senaryolar bizleri bekliyor diyebiliriz. Çünkü henüz bebekken; annemiz ve babamıza dahi güvenemeyeceğimiz bilgisini kaydetmişiz oluruz. Onlarla aramızdaki bağlanma türü; günümüzdeki ilişkilerimizin şeklinde belirleyici olmaktadır. Hepsinden öte; kişi çocukluk dönemini sağlıklı atlatarak; ardından güven ilişkisi kurduğu birinin güvenini sarsmasıyla ciddi bir yara almasıyla da zihninde yer eden olumsuz anı doğrultusunda sonraki deneyimlerinin gerçekliğinden bir süre şüphe duyacak ve yeniden güvenebilmek için; çevresindeki herşeyin gerçekliğini sorgulayıcı bir tutum takınmak zorunda kalacaktır.
- ‘Güvenme’ cinsiyete göre farklılaşır mı?
Az önce de belirtmiş olduğumuz üzere ‘güvenme’ kavramı insan doğasına ait ortak olan ve gelişim basamaklarıyla örüntülü bir süreç olduğu için cinsiyete göre farklılaşmamaktadır. Erkek ya da kadın; karşısındaki kişinin çocukluk döneminde hasar gören ruhsal yanlarını onarabileceği zemini kendisine taşıyabilecek; ebeveynlerine benzeyen; geçmiş davayı üzerine yıkarak onun üzerinden onarıma gidebileceği kişiyi bularak ona güvenmek istiyor. Yani kişi; anne kucağındaki koşulsuz sevgi ortamını yeniden bulabildiğine güvenmek istiyor. Çünkü ancak bu olursa; karşı tarafın ihtiyaçlarını askıya alarak karşımızdaki üzerinden geçmiş yaşantımızı onarım için çabalayıp kendimiz için zaman harcayabiliriz.
- İnsanoğlu neye güvenmek istiyor?
Kadın ve erkek; her ikisi de bilinçdışı denen o mekanizmayla yaşamaya mahkum olduğundan; her ikisi de kendisini güvende hissedebilmek için; bugüne kadar bildiği; tanıdık olduğu ortamı yeniden kendisine sunabilecek kişilere güvenmek istiyor. Çünkü insanoğlunun doğası; alışkanlıkları sınırları içerisinde kendini güvende hisseder. Bu yüzden olumlu da olsa; evlenme; iş değiştirme; taşınma vb durumlar insanlar için büyük stres faktörleridir. Değişim; bilinçdışı tarafından bilince gönderilen alarm sinyalleri yaşatır.
- Eşler birbirlerine nasıl güven sağlayabilir?
Bireyin karşı tarafa dair olan güven parametreleri; cinsiyetinden bağımsız; geçmiş aile yaşantıları; deneyimleri ve değerlerine bağlıdır.
- Evlilik öncesi dönemde karşındakine ne kadar güven duyulmalı?
Kişi hayatını birleştirme kararı alacağı kişiye dair bu kararı alması için yeterli olan azami güven tutarını cebine koyabilmiş olmalıdır. Bu güven aralığı ise kişiye özgüdür.
- Güven inşa edilmeden evliliğe karar verilebilir mi?
Evlilik kararının alınmasında güven duygusunu edinmek dahi yeterli olmamaktadır. Bireyler birbirlerini ev hallerinde görmedikleri için; yalnızca flört dönemindeki tecrübelerine dayanarak edindikleri güvenle evlendiklerinde hüsran yaşayabilmektedir. Bunun nedeni; kişilerin ev dışındaki tavırlarıyla ev içindeki yaşantılarının bir olmayışıdır. Bir kişi sosyal çevresi içerisinde çok neşeli ve girişken iken; evine döndüğünde TV karşısında uyuklayan sessiz bir insana dönüşüyor olabilir. Çünkü o kişinin ev algısı budur. Ne var ki; buna daha önce hiç tanık olmayan partner; ‘bu adama evlenince bir haller oldu’ diye yakınıyor. Bu nedenle eş adaylarının yaşadıkları ev ve aile içerisindeki hal ve davranışlarının gözlenmesi de kritik bir önem taşımaktadır.
- Güven ne şekilde hasar görür? Buna dair ne yapılmalıdır?
Eşler arasında güven sarsıntısını başlatan en temel unsur; karşı tarafın bebekliğindeki gibi ne istendiğinin o söylemeden anlaşılacağı yanılgısına düşmesidir. İlişki içerisindeki bu durum; zihin okuma beklentisi ile diğer eşin haberi olmadan küskünlükler doğurmakta ve bireyleri birbirinden uzaklaştırmaktadır. Karşımızdakinin geçmiş deneyimleri doğrultusunda bizden farklı olacağını kabul ederek; bizim isteklerimizi biz söylemeden bilebilecek güce sahip olmadığı gerçeğini kendimize hatırlatarak; beklentilerimizi dile getirebilmeli ve karşımızdakinin bu isteğimizi yerine getirebileceği şefkat ve sevgiyi yaşamasına olanak tanımalıyız. Bu; güven inşasında önemli bir yere sahiptir.
- Aldatmadan sonra yeniden güven sağlanabilir mi? Nasıl bir yol izlemek gerekir?
Aldatma aslında sanıldığı gibi kişiye ait bir sorun değil; ilişkinin problemidir. O ilişki; bunun yaşanmasına olanak tanıyan bir aralık bırakmış demektir. Eşler yapılan çalışmalar ile bu aralığı tanıyan etmenlerin neler olduğunu gördükçe (beklentilerin karşılanmaması; konuşulmayan yaralar; doyum sağlanamayan cinsellik; güç savaşı; halı altına süpürülen problemler; yeni doğan bebeğin ilgi odağı haline gelmesi vb.); bireysel analizleriyle yüzleşerek; ilişkinin onarılıp tekrar yapılanması ile o aralığın kapanabildiğini deneyimleyip; bir daha geri gelmeyeceğini sandıkları güvenin daha da sarsılmaz bir şekilde oluştuğuna tanıklık edebiliyorlar.