Hepimiz kendimize göre doğru bulduklarımızın; bizi daha mutlu edeceğine inandıklarımızın peşindeyiz. Kimi hep gelişme gayreti içinde; mükemmeli yakalamanın; hayatının volesi olacak şansın; biraz başarma duygusunun peşindeyken kimi ise geldiği gibi yaşıyor yani kaderiyle başbaşa...
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki insanların büyük çoğunluğunun en büyük istekleri; sevmek–sevilmek; iyi sosyal ilişkiler kurmak; yaşamdan zevk almak; kendi inançları ile tutarlı bir çevreye sahip olmak; iş ile özel yaşam arasında denge yakalamak. Araştırmaları; istekleri bir yana bırakıp şöyle bir baktığımızda ise günümüzde hayatın her alanında ‘’devamlı alarm durumu’’ göze çarpıyor. Kendimizi kandırmayalım; kimse bu durumu zarar görmeden atlatamaz. Zararın boyutu şartlara; duruma; kişiye göre değişiyor. İş yaşamında elde edilecek bir başarı için belki de çocuğumuzun ilk adımını atışını kaçıyoruz; günlük yaşam gereklerini yerine getirirken çok hoşumuza giden şeyleri yapmayı erteliyoruz; ilerde bizi depresyon kıyılarından döndürebilecek hobilerimizi edinmiyoruz veya varolanlardan da vazgeçiyoruz. Kitap okuyarak girebileceğimiz binlerce dünyanın yerine; filmiyle o dünyaları izlemeyi tercih ediyoruz.
Bu kadarla da kalmıyor tabii ki; bu devamlı alarm durumu nedeniyle hep acele içindeyiz; stresli olduğumuzdan ve etrafımızda çok uyaran olduğundan en sevdiğimiz konuya bile en fazla 11 sn. net odaklanıyoruz; oysa beynin yeni bir programlama yapabilmek için minumum 30 saniyeye ihtiyacı var. Stres anında doğru odaklanma olasılığımız çok çok düşüyor; dolayısıyla doğru karar veremiyoruz. Zaman zaman çok istediğimizi zannettiğimiz birşey olunca keyif almama nedenimiz de budur. İsteğim benim için ne kadar önemli; gerçekten istiyor muyum; neden istiyorum ? sorularını atlamamak gerekiyor. Bu soruların ardından bir de hak etme meselesi geliyor; istediğimiz şeyi hakettiğimizi düşünmemiz gerekiyor. Herhangi bir sebeple bir şeyi hak etmediğimizi düşündüğümüzde ona karşı fikirler üretiyoruz; vazgeçme eğilimlerini yoğun olarak gösteriyoruz ve isteğimizle ilgili olumsuzlukları benimsememiz kolay oluyor. Hak etmediğimizi düşündüğümüz bir isteğimiz değil de başımıza gelmiş bir olaysa çözüme gidecek yollar üretmek; etkilerini azaltmakta zorlanıyoruz; kendimizi rahatlatmak için kader sığınma noktamız oluyor. Bu; ölüm gibi konularda kabul edilen tepkidir ancak diğer durumlarda neden böyle oldu? sorusunu kendimize sormak; sürece; etkenlere ve kendimize dair değerlendirmeler yapmak daha sağlıklı olacaktır.
Zannedilenin aksine; ilk düşündüğümüzü çekmiyoruz. Yoğun olarak odaklandığımız; düşündüğümüz şeyi oluşturuyoruz. Tam bu noktada; neye odaklanacağımız belirleyici oluyor. İlk düşündüğümüze sarılıp ona odaklanırsak onu çekiyoruz; bir anlamda pek de karar vermiş olmuyoruz ve kader diyoruz. Unutmayalım ki; ilk düşündüğümüz şeyde bilinçaltımızın etkisi daha fazladır. Bilinçaltınızdaki korkular; düşünceler vb. sizi o düşünceye götürüyor olabilir. Gustav Jung ‘’Bilinçaltı mutlaka bilince çıkarılmalıdır; aksi halde onu kader olarak yaşarız’’ demiştir. Seçenek üretip; bu seçenekleri değerlendirerek seçim yapıp birşeye odaklanırsak o zaman karar vermiş oluyoruz. Beynimize bir komut verdiğimizde; beyin bunu gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa yapacaktır. Ama beyin; o komut bize yararlı mı zararlı mı ayırtetmez. Örneğin karar olarak ‘’ Başaramam’’ dediğiniz anda beyninizi başaramamaya programlamış oluyorsunuz.
Geçmiş artık bitmiştir; bu sebeple pişmanlık duymayı hayatınızdan çıkarın. ‘Keşke’ lernizin yerine ‘iyi ki’ ler koyun ve seyretmek yerine yaşamayı tercih edin. Seçenek üretin ki seçim yapabilin. Kaderinizi değil; kararlarınızı yaşayın.
NOT : 01 Temmuz 2013 tarihinde Anayurt Gazetesinde Deniz Cebekan Çelik in köşe yazısı olarak yayınlanmıştır.