Bir aylık bebeğiniz konuşabilseydi ve şöyle deseydi ne yapardınız: “Senin huzursuzluğunu; senin ilgisizliğini istemiyorum;benimle bağ kuramıyorsun; SENİ istemiyorum. Benimle başka birisi ilgilensin.” Ya da birisi size şunu söyleseydi:“Bir çocuk sevginize en çok; bunu en az hak ediyor olduğu zaman ihtiyaç duyar.”
“İstenmeyen çocuk” lafını biliyoruz da; şimdi bu nereden çıktı; diyebilirsiniz. Herhangi bir yerde bu tanıma rastlamış olma ihtimaliniz yok; zira büyük olasılıkla ilk kez ben kullanıyorum.
Vizyona girdiğinde seyretme imkânım olmamıştı; “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” (We Need to Talk About Kevin) adlı filmi. Nihayet seyredebildim ve daha seyrediyorken zihnimde “istenmeyen anne” tanımı dönmeye başladı; film bittiğinde emindim artık; yıllardır ebeveyn-çocuk ilişkisi üzerinde çalışan birisi olarak çokça karşıma çıkan bir olguyu bu film daha iyi tanımlamama vesile oldu:
Bebeklik çağındaki çocuk; tek ifade aracı olan “ağlamayı” öncelikle temel fizyolojik ihtiyaçlarını ona bakan yetişkinlere bildirmek için kullanırken; ilgi görme; sevgi; huzur; sakinlik; güven hissetme vb. duygusal-sosyal ihtiyaçlarını da yine ağlayarak iletmeye çalışıyor. Ancak çocuğun fizyolojik ihtiyaçlarını anlayan ve karşılayan ebeveyn; duygusal-sosyal ihtiyaçlar söz konusu olduğunda başarısız olabiliyor.
Annenin bu başarısızlığı karşısında çaresizlik içindeki bebek ise ağlayarak şunu anlatmaya çalışıyor: “Ben senin huzursuzluğunu istemiyorum; senin ilgisizliğini istemiyorum; benimle bağ kuramıyorsun ve seni istemiyorum. Benimle başka birisi ilgilensin. Anlamıyor musunuz; görmüyor musunuz; sakin; güven veren birisi benimle ilgilendiğinde ağlamıyorum; nasıl bu kadar kör olabilirsiniz? Bende bir sorun yok; öyle olsa benimle güzel bir şekilde iletişim kuran kişilere de tepki vermem; ağlamam gerekmez mi? Uyanın artık; kendinize bakın.”
Biz nerede hata yaptık?
Anneyi izliyoruz film boyunca; anneliğe hiç hazır olmadığını; çocuğu aslında hiç istemediğini; donuk; soğuk yüz ifadesiyle çocuğa hiçbir duygusal aktarımda bulunamadığını; temel bağlanmanın gerçekleşmediğini görüyoruz; ama bir yandan da “ne yapsın kadın; doğduğu andan itibaren o kadar zor bir çocuk ki; ne yapsa etse kâr etmiyor;” diyoruz. Anneye kızar gibi oluyoruz ama devam etmiyor; ilerlemiyor kızgınlığımız; zira anneliğe atfedilen kutsallık bizi engelliyor; “kötü tohum işte; elden ne gelir ki”; diyoruz… ve meseleyi kapatmayı istiyoruz…
Mesele kapanmıyor ama; içten içe biliyoruz ya da biliyor gibiyiz; nerede hata yaptığımızı; neden çocuğumuza ulaşamadığımızı…
Birkaç hafta önce verdiğim bir seminere; zihnimde dönüp duran bu konuyla başlıyorum. Müthiş bir şey oluyor; bir anne söz alıyor; siz tam benim ilk anneliğimde yaşadığımı anlatıyorsunuz; diyor. “Çocuğum benim kucağımda sürekli huzursuzdu; ağlaması hiç kesilmezdi; ama kız kardeşim kucağına aldığında hemen sakinleşirdi;” diye devam ediyor. Sonra; o dönemde anneliğe hiç hazır olmadığını; ağır çalışma koşulları altında yaşadığını; eşinden hiç destek alamadığını anlatıyor.
Bu sürpriz paylaşımın şaşkınlığını üzerimden atıp; anneye teşekkür ediyorum. Teşekkür ne kelime; içimden geçen daha fazlası; kalkıp sarılmak istiyorum bu anneye. Bugüne kadar bir annenin böyle bir “yüzleşme” içine girdiğini görmediğimi söylüyorum; ona ve diğer katılımcılara.
Savunma: “Ama ben iyi bir anneyim!”
Sıklıkla karşıma çıkan bir ifade var; annelerin başvurduğu: “Bu çocuğumun sorunları var; ama ben iyi bir anneyim. Bakın; iki çocuğum daha var; onlarda bu sorunlar yok.”
Bu ifadede öne çıkan vurgu; “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” kitabının yazarı Lionel Shriver’ın romanda yarattığı anne karakterinde de dolaylı olarak karşımıza çıkıyor. Kevin’in annesi bir çocuk daha doğuruyor; bu kez kız çocuğu. Bu çocuğun gelişiminde herhangi bir sorun görmüyoruz.
Okur/seyirci bunu görünce şöyle düşünmeye başlıyor: Kevin’deki bu gelişim sorunlarına anne yol açmış olsa; aynı anne diğer çocuğunda da sorunlar yaşıyor olmaz mıydı; diyor ve anneye odaklanmayı bırakıp sorunu tamamen çocuğa yüklüyor.
Savunma: “Çocuklarımı ayırt etmedim!”
Öyleyse şimdi bakalım şu “diğer çocuğumda/çocuklarımda sorun yok” savunmasına. En başta şunu değerlendirmek gerek: Diğer çocukta veya çocuklarda hakikaten hiç sorun yok mu? Aynı sorun; aynı şiddette yok belki; ama hiç sorun yok denebilir mi? Yıllardır biliyorum ki; sorunu ancak bir uzman tarafından teşhis konduğunda sorun olarak kabul etme yanlışı çok yaygın.
Diğer çocukta sorun olmadığını kabul ettiğimizde; bu kez sorun yaşayan çocuk aynı şekilde mi büyütüldü diye sormamız gerek. Birden fazla çocuk büyüten anne-baba hiçbir zaman her çocuğuna aynı tavır ve tutum içinde değildir. Bakmayın siz sorulduğunda “hiçbir çocuğuma karşı ayrım gözetmedim” demelerine; bal gibi de yaparlar bunu; sonra da; “her biri aynı değerde benim için;” diye konuşmaya devam ederler. Kağıt üzerinde öyledir öyle olmasına; ya da vicdanlarında öyle olmasını dilerler; ama pratikte öyle değildir maalesef.
Kız çocuğuna yaklaşımları farklıdır; erkek çocuğuna farklıdır; ilk çocuğa yaklaşımları farklıdır; son çocuğa farklıdır. Yaklaşımdaki küçük-büyük farklardan öte; bazı çocuklar annelerinin veya babalarının “gözdeleridir”. Tamam; duygu olarak; sevgi olarak anne belki ayrım gözetmez; ayrım gözetmemeye çalışır; ama yaklaşımında; tavrında; tutumunda farklıdır işte. Öte yandan annenin her çocuğa hamileliği de; doğurduktan sonraki durumu da aynı değildir. Aynı değildir; çünkü en başta şunu görmek gerekir; aynı yaşta değildir. Hiç kimse sözgelimi 24 yaşındayken ve 27 yaşındayken aynı kişi olamaz. Aynı kişi değilseniz; aynı anne olmanız nasıl mümkün olabilir?
Seçilmiş çocuk-ihmal edilmiş çocuk
Tüm bunların yanı sıra başka bir gözlemim de var: Eğer bir ailede çocuklar arasında gelişim; yetenek; başarı vs. açısından büyük farklar varsa; o ailede çok ciddi yanlışlar hakimdir. Sözgelimi anne rahat büyütebileceğini kestirdiği bir çocuğu seçer ve o seçilmiş çocuk gelişim başarısıyla parlar; ama orada bir veya daha fazla gölgede bırakılmış çocuk vardır ve kimi zaman çok açık gerçekleşen bu ihmal ve adaletsizlik kimse tarafından görülmez.
Anne; kırılgan kişiliğiyle ve/ya bencil-hırslı yapısıyla; varoluşunu gerçekleştirmede zorlanmasıyla; evliliğinin oturmamışlığıyla; eşinin destek vermiyor oluşuyla; tüm diğer zorluk ve zaafların ortasında çocuk doğurmaya ve büyütmeye hazır olmayışıyla; doğum öncesinden başlayarak ama özellikle doğduğu andan itibaren çocuğun ona “sunduğu” profile mahkûmdur aslında.
Kısır döngü
Şöyle bir mahkûmiyettir bu: Çocuk sakinse; huzurluysa (hatta “güzelse”; “sevimliyse”) ve anneden çok şey talep eder durumda değilse; diğer bir deyişle anne çocuktan beslenebiliyorsa; annenin o çocukla uyum oluşturması kolaylaşıyor; hatta o çocuk “seçilmiş çocuk” olabiliyor; ama çocuk daha anne karnından başlayarak huzursuz bir çocuk ise; doğduğu andan itibaren de; beslenmesi; sindirimi; uykusu sıkıntılıysa ve ağlaması da durmuyorsa; annenin çocukla uyum oluşturması fevkalade zor oluyor.
Neticede kimse insanüstü güçlere sahip değil; zorlayıcı durumlarda herkes belli ölçüde zorlanacaktır. Ancak; tekraren yazıyorum; kırılgan ve/ya bencil/hırslı yapıda; varoluşunu gerçekleştirme sıkıntısı içindeki anne bu durumda çok daha fazla zorlanacaktır; çocukla arasında bağ oluşmayacak ve bir kısır döngü ortaya çıkacaktır. Hamilelik döneminden başlayarak annenin huzursuzluğu çocuğa; doğduğu andan itibaren çocuğun huzursuzluğu anneye; sonra yine annenin huzursuzluğu çocuğa geçecektir; ta ki anne bu kısır döngüyü kırmanın bir yolunu bulana kadar. Hele ki ortada baba yoksa; başka destek olacak kişiler de yoksa; bu kısır döngünün kırılması imkânsıza yakın olacaktır.
Sorumluluk kimde?
Oysa anne (yetişkin) ve çocuk (dili olmayan bebek); eşit düzeyde iki kişinin ilişkisi gibi bir ilişkide değildir. Dolayısıyla; ebeveyn-çocuk arasında bir kısır döngü varsa; bunun sorumluluğu ortaklaşa olarak ebeveyn ve çocukta değildir; sadece ebeveyndedir. Yetişkin (ebeveyn); yaşadıklarının farkına varma; durumu kavrama; anlama ve bilinç oluşturup sorunu çözme sorumluluğunu taşımalıdır.
Shriver’ın “Kevin…” adlı kitabının başına yerleştirdiği Erma Bombeck’den alınmış nefis bir cümle var: “Bir çocuk sevginize en çok; bunu en az hak ediyor olduğu zaman ihtiyaç duyar.”
İşte tam da ebeveynin anlaması gereken budur. Ne yapıp edip; nereden yardım-destek alacaksa alıp; bu meseleyi çözecektir; bunun sorumluluğu sadece ondadır. Çocuk dünyaya gelmiştir sadece; o da kendi kararıyla değil. Ona ulaşmanın yolunu biz ebeveynler bulacağız; o bize ulaşmanın yolunu bulacak değil.
Yüzleşme
Meselenin özünde “yüzleşebilmek” yatar. Fakat anne; bu durumla yüzleşmeye yanaşmaz; annelik için zorlar kendisini; o iyi anne olmak; olamasa da öyle görünmek zorundadır; ona yüklenmiş ve onun da kabul ettiği bir misyondur bu. Bir şeyleri de dener; kendi bildiğince. Ama sonuç kötü olur çoğu zaman. Dönüp yine de kendisiyle yüzleşmez; üstelik bir zaman sonra sorunlar arttığında ve birileri “kötü tohum” vurgusu yaptığında; vicdanen rahatlama fırsatı önüne çıkmış olur; o da bunu hiç düşünmeden kullanır (kötü tohum vurgusu benzer durumları yaşamış başka ebeveynlerden de gelebilir; cahil uzman gruplarından da).
Yukarıda anlattığım “bebeğim benim kucağımdayken hep ağlıyordu; ama kız kardeşimin kucağında sakinleşiyordu” diye müthiş bir yüzleşme örneği gösteren anne ise; bu yüzleşmeyle birlikte çocuğunun onu “istemiyor” olduğunu apaçık bir şekilde anlamış ve anlatmış oluyordu. Bunu anladığı ve anlatabildiği andan itibaren de çözüme ulaşma imkânlarının da oluşacağını görebilecektir; emin olun.
Şimdi dönüp baksın her ebeveyn kendisine; nasıl oluyor da rahatlıkla “istenmeyen çocuk” diyoruz da; “istenmeyen anne”den hiç söz etmiyoruz? Neden kimse kendi eksiklikleriyle; zayıflıklıklarıyla yüzleşmiyor ve neden herkes sözbirliği etmişçesine zavallı savunmasız çocuğa yükleniyor?
Çocukların “haklarından” dem vuranlar; kolay görünür olmayan ama görünür olan adaletsizliklerden çok daha ağır sonuçları olabilen bu adaletsizlik hakkında ne diyecekler acaba?