Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Ölümüne Yaşamak (Ölüm Korkusu)

Oluşturulma tarihi: 18.02.2025 22:05    Güncellendi: 18.02.2025 22:05
Ölümle hiç karşı karşıya geldiniz mi? Hayatta olduğunuza göre muhakkak ki geldiniz; ona şüphe yok. Peki; onu gördüğünüzde; tanıyabildiniz mi? Yanımızdan; yöremizden sıklıkla geçip duruyor ancak kılıktan kılığa giriyor; fark etmesi zor. Yine de tüm bunları aştınız ve gözlerinin ta içine bakabildiniz diyelim. O dipsiz kuyulara korkusuzca gözünüzü dikip; meydan okudunuz mu hiç ölüme? Şuncacık çelimsiz halinize bakmadan; sen mi büyüksün ben mi diye restleştiniz mi?

Cevabı apaçık ortada; meraktan değil; horozlandığımızdan sorduğumuz sorulardan bu. Elbette ki ölüm büyük; hem de bildiğimiz her şeyden. Ancak ihtimali bile güzel bazen; onu yenecek olma sanrısı güzel.


Yaşadığımız her an; başlı başına şahsi zaferimiz; o kara delik karşısında. Belki her zaferle daha da yaklaşıp daha çabuk düşüyoruz tuzağına ama kimin umurunda. Var olarak geçirdiğimiz her saniye galibiz biz; işin sihri burada. Doğrusunu isterseniz; pek de umursamıyor bizim fütursuz; haddini bilmez isyanlarımızı. Dingin; mutlak bir güç o; acelesi yok. Sabırla ve neredeyse şefkatle bekliyor her birimizi. Üşenmeden herkese farklı; herkese özel hazırlıyor bu dünyadaki son saniyemizi.


Tam da yeni bir yıla girmek üzereyken; hayattan beklentilerimizi yeniden gözden geçirirken; ölüm de nereden çıktı değil mi? Mesleki deformasyon olsa gerek benimkisi. Çok yüzlü madalyonlara olan sevdamdan belki de. Ama ancak sonlar başlangıçlara değer katar öyle değil mi?


Biz insanlar; her şeyi kendimize atfetmeye bayıldığımızdan; ölüm de yalnızca bizler için sanıyoruz. Ne de olsa tüm evren hizmetimizde değil mi? Güneş bizim için doğuyor; zaman bizim için akıyor; gönlümüzce yaşam hakkı sadece bize tanınıyor dolayısıyla; eli oraklı acımasız Azrail; her köşede bizi avlıyor diye düşünüyoruz.


Ben hayvanların ve hatta bitkilerin; biz insanlardan çok daha bilge olduğundan şüphelenenlerdenim. Koskoca bir çınara bakıp da ben nasıl; kendi hayatım çok daha önemli diyebilirim? O öyle bir mertebeye erişmiş ki; kafanıza esse ve sırf keyfinizin kahyası istedi diye; vurup baltayı gövdesine canını almaya kalkışsanız; karşı koymayacak bir teslimiyette. Kendini koruyamayacağından mı? Nedense öyle olduğunu pek sanmıyorum? Yaradılışından mı? Peki; yaradılışı neden o şekilde? Yaşadığı her anı; tüm varlığıyla yaşadığından; ölüme hepimizden daha hazır belki de. Ölümü; yaşamın tek koşulu saydığından; biri olmadan diğerinin de olmayacağını öğrendiğinden?


Zıttıyla var olanların gezegeni burası. Biz insanlar; ancak karşıtlıklar söz konusuysa hayatı anlamlandırabiliyoruz. Suyun içinde yüzen ama suyu bilmeyen balıktan; olsa olsa bir nebze daha üstün bir bilince ya sahibiz; ya değiliz. Çünkü arada bir aklımız başımıza gelse de; en sevdiğimiz şey unutmak ve bu dünya gerçeklerini yok saymak. Mış gibi yaşamların piriyiz. Öyle bir yaşıyoruz ki ömrümüzü; hiç tükenmeyecek gibi; öyle bir şaşırıyoruz ki ölüme; hiç duymamışız gibi. Yaradan bizden daha çok şaşırıyor eminim; bu yüzyıllar geçse de öğrenmeyen aklımıza.


Ben küçükken çizgi roman okurdum. Fantastik; gizemli çizgi romanlar. Her sayıda; sihirli; tılsımlı yeni maceralar olurdu. Hiç unutmam; bir gün elime; o zamana kadar hiç okumadığım bir çizgi roman geçti. Sonradan çok düşündüm; adını bir türlü hatırlayamadım. Konusu benim hayatımın en önemli prensiplerinden birini oluşturmuştu. Gelecekte geçen ve bir uzay gezgininin maceralarını anlatan bir kitaptı. Bu gezgin; seyahatlerinden birinde androidlerin yaşadığı bir gezegene; kazayla düşmüştü. Yarı insan yarı makine canlıların yaşadığı bu gezegenin tek değeri zamandı. Herkes; bugünün kablosuz ağına benzer bir yöntemle merkez bankaya bağlıydı ve para yerine zaman kullanıyorlardı. Sevdiklerine bir hediye alacaklarsa bedelini ömürleriyle ödüyorlardı. Çok etkilenmiş; aylarca etkisinden çıkamamıştım. Zamandan daha değerli ne vardı? Kim için ömrümün hangi saniyesinden vazgeçer; vereceğim son nefesi kim uğruna feda ederim çok düşünmüştüm. Feda eder miydim veya?




Meslek hayatımda bir dönem; ileri yaşta ve bakıma ihtiyacı olan kişilerle çalıştım. “Son pişmanlıklar” a bizzat şahitlik ettim; “dönülmez akşamın ufku” na misafir oldum. Zamanında fark edilemeyip; bol kepçeden dağıtılan ömre; tek bir saniye bile uzaması için nasıl da koyu bir tutkuyla tutunulduğunu gördüm. Sona yaklaşıldığında her nefes paha biçilemez değerde. Sadece son olduğundan değil; sonun her şeyi daha yaşanır; daha renkli; daha parlak kıldığından.


Göktaşlarına benziyoruz; ne kadar büyükse o kadar görkemle yanarak dünyaya düşen. Hayat da o alev alev; izlemeye doyulmaz görüntüden ibaret sanıyoruz. Unutuyoruz; her bir kıvılcım bizim tükenişimizin simgesi. Gitgide hızımızı daha da artırıyoruz; şanımız dillere düşsün diye. Ama ne kadar büyük bir ışık çıkarırsak aynı hızla da yok oluyoruz. Zıtlık ne derece büyükse; görsellik de o derece etkileyici.


Hep yersiz; hep zamansız; hep erken geliyor bize ölüm. İleri bir yaşa gelmek ve bir sınırımız olduğunu fark etmek de başlı başına bir lüks oysa ki. Hele de “keşke”den az; “iyi ki”den bol bir ömürse mevzu bahis. Ancak hayat hep bilinmeyenlere gebe. Rotadan ani dönüşler olduğunda; bizim yıkılmaz sandığımız kaleler; iskambil kâğıtlarını bile aratır hale gelebiliyor gözümüzde. Ölümcül diye tanımlanan hastalıklar ve bu hastalıkların tuzağına düşen insanlar var. Sevdiklerimiz; yakınlarımız; tanıdıklarımız; biz… Hayatın kendisi ölümcül bana sorarsanız. Hastalık sadece bir bahane. Anne karnına düşmeye görelim; her yeni hücre; yeni bir iplik son perdeye. Ama dedim ya; insan bu; unutkan. Bizzat hayat tepesine düşmeden hatırlamıyor kırılganlığını.


“Öleceğimi biliyorum” demişti; kanser hastası ve hastalığı ileri aşamada olan bir danışanım. “Belli ki en fazla dört beş ay yaşarım. Ölüm değil; yarım kalanlar beni üzen; son işlerimi bitirmek istiyorum.” Ertesi gün; bu danışanımın en yakın arkadaşı; sapasağlamken ve öleceğini hiç bilmez; evinde uzanmış tv izlerken göçüp gidivermişti dünyadan. Tüm erteledikleri ve cesaret edemediklerinin pişmanlığıyla…


Sınırlıyız; engelliyiz; ölümlüyüz biliyoruz. Yaşadığımız her an; kum saatimizden bir zerre kayıp gidiyor aleyhimize. Bunu bilmekte değil sorun; zerrelerin sayısını bilmemekte. Kum gibi çok görünürken gözümüze; kayıp gidiveriyor; durduramıyoruz istesek de. İşin hem zevki; hem riski; insan olmanın tüm mahareti de burada bence. Hem unutmamak; hem kahrolmamak; hem vazgeçmemek ve yaşamak.


“Her şeyim hazır; ayarladım; şimdilik rahatım; ama korkuyorum; ya tahminimden fazla yaşarsam?” Okyanus mavisi gözleri; ruhunuzun en derinine işleyen; korkusuzca aklınızın kuytularına gözünü diken; seksenbeşlik bir delikanlı sormuştu bu soruyu bana. Geriatri hastalarına danışmanlık yapıyordum ve ölümle nasıl dost olunur onu öğreniyordum. Beklediğinden fazla yaşamak istemeyen bu genç ruh; asla depresif veya umutsuz olduğu için sormamıştı bu soruyu. Tam tersine; yeter noktasını bildiği; fazlasına ihtiyaç duymadığı için sormuştu. İlk ve büyük aşkı olan eşini yıllar önce kaybetmiş; arkadaşlarının hepsini toprağa vermişti. Bu dünya onun gözünde; eski ihtişamını çoktan yitirmişti. Ömrü ona yetmişti. Yaşarken öğrenmişti. Sayısına değil; anlamına değer vermişti günlerin. Kırmaya değil; toplamaya gayret etmişti karşılaştığı kalpleri. Ne kadar varsa ondan bu hayatta; o kadar var etmişti kendisini. Ne azaltmaya çalışmıştı; ne abartmaya. Kızdığı; küstüğü; dalaştığı sevgiliyle; tutkuyla sevişmeyi de ihmal etmemişti; tüm aşkını içine katarak. Kırdığı; kırıldığı kadar onarmayı; telafiyi; yenilemeyi düstur edinmişti. Bilmişti ki; sakınarak da yaşanmıyor bu ömür. Cilalı; pürüzsüz kalayım derken hayata dokunulmuyor. Boyası; sıvası yeri gelince dökülmüş; fiyakası bozulmuştu ama bu haliyle esen rüzgarı; damlayan yağmuru daha derininde hissetmişti. Ruhundaki her iz; bedenindeki her yara; en değerli ganimetleriydi. Gururla gösterirdi. Ona verilen bedeni; ona biçilen ömür boyunca; kâh özenli kâh hoyrat ama doyasıya kullanmıştı. Yeri geldiğinde gözü geceden karaydı ama görmek istediği rengârenk bir gökyüzüyse; hiç üşenmez; pırıl pırıl aydınlanırdı ruhunun deli mavi pencereleri. Size öyle bir yaşam tutkusuyla bakardı ki; kendi zamanınızı boşa geçirmiş olmaktan utanır; değerini bilen biri kullansın bari diyerek ömrünüzün üç beş yılını gözünüzü kırpmadan hediye etmek isterdiniz. Ama o istemezdi. O; zamanı geldiğinde; kendindeyken; vedalaştığını bilerek; yaşadığı gibi fark ederek; ölmek istiyordu. Ona göre; hayat; her lezzetten birkaç lokma ile tam bir şölendi. “Sofradan kalkarken; tatlının son lokması ağzımda; tadı da damağımda; yürüyerek çıkmak istiyorum bu salondan.” demişti. Ölüm dosttu ona; gerekliydi; zamanında meydan okumuş ama ölüm ona ihtiyaç duyduğu vakti bol bol vermişti. Gelsin artık diyordu; bekliyorum…


Ölümle el ele; kol kola; ona teslim olacağımız ana dek içiçe yaşıyoruz. Bazen ne kadar istesek de onu tutamıyor; bazen ondan ne kadar kaçsak da kurtulamıyoruz. Tüm var oluşumuz; yok olacağımız gerçeğinden alıyor gücünü ve güzelliğini. Bu dünyadayken burayı yaşamayı; bana verilen fırsatı elimden geldiğince değerlendirmeyi; yaşı benden çok büyük ruhu ise benden çok genç dostlarımdan öğrendim. Onlar gibi hergün yeniden; umutla uyanıyorum kalan hayatıma. Tüm yaptıklarım yanıma kar; tüm yapamadıklarım önüme hedef; hergün taptaze; hergün yeniden çıkıyorum yola…