Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Ey Yaşam Koçum: Sürdüğüm Yaşam Benim İse Koçu Sen Olamazsın!

Oluşturulma tarihi: 18.02.2025 22:05    Güncellendi: 18.02.2025 22:05
EY YAŞAM KOÇUM: SÜRDÜĞÜM YAŞAM BENİM İSE KOÇU SEN OLAMAZSIN!

Bilgi en asli bağlamı olan ahlaktan koparıldı. Uzmanlık işi değerlerden soyutlandı. Sadece kuru bilgi işi olan teknik bir meşguliyet haline getirildi.

Sağlıkta reklam yasak olduğu halde birileri bazı belirtileri özgürce tanıttılar. Ekranlarda; gazetelerde sıra sıra bu belirtileri saydılar. Hemen altına vurgulu puntolarla en hayati notu düştüler; “Bu belirtilerden en az birisi varsa mutlaka doktorunuza görünün” dediler. En istisnai riskleri en yaygın olasılıklarmış gibi empoze ettiler. Böylece halkı belirtilere karşı aşırı duyarlı; haliyle hastalıklara fazlasıyla yatkın hale getirdiler. Tüm bu gelişmelerin sonunda doktorları azalan hasta sayısı için değil; baktıkları hasta sayısının fazla olması ile ödüllendirdiler. Sonunda sektörü hastalıklar azaldıkça değil; arttıkça motive olur hale getirdiler.

Vücut ihtiyacı olan şeyleri bize iştah yoluyla ikaz ettiği halde buna aldırış etmediler. Çünkü insan denilen varlık onlara göre her daim tekamül eden; ufak ufak evrimleşerek gelişen; ancak bulunduğu noktada henüz tam manasıyla mükemmel olmayan; yani kusurlarla dolu bir hayvansıydı. O sebeple asırlar boyu kökleşerek gelen; adeta genlerine sinmiş olan beslenme alışkanlıklarını unutturdular; ona nasıl besleneceğini sil baştan öğretmeye kalkıştılar. Peynirin makul gramını; köftenin doğru sayısını; eskilerin haşur huşur yedikleri elmanın dilimlerinin ideal kalınlığını anlattılar.

Dengeli ve düzenli beslenmeyi empoze ettiler. “Vücut neyi ne oranda istiyor ona bakma; şu şu gıdaları her gün mutlaka almalısın” dediler. Böylece toplumları çeyrek asır gibi çok kısa bir süre içersinde ya obez ya da obezite adayı haline getirdiler. Bu süreç; uzun süren ve son derece pahalı olan tedavilerin bir numaralı nedeni olan kronik hastalıklar için de müsait bir ortam oluşturdu. Onların da istediği aslında tam da buydu. Böylece hastalıkları azaltacakları; yerine iyilik hallerini çoğaltacakları yerde en fazla sektörün satış grafiklerini artırdılar.

“Özgüven; özgüven” diye diye insanları öncelikle özgüvensiz olduklarına yahut yeterince özgüvenli olmadıklarına inandırdılar. Haliyle insanları; “Biz bilmeyiz; büyüklerimiz bilir; mutlaka bir bildikleri vardır” diyen “koyun sürüleri” haline getirdiler.

Ardından yaşam koçlarını sürdüler piyasaya. Adeta; “Siz koyunsunuz madem; öyleyse size bir koç lazım” dediler. “Sen nasıl yaşayacağını; nerede nasıl tepki vereceğini; neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemezsin; sana birisi bunları söylemeli” diyerek günümüzün sırf giyim kuşamlarına bakarak kendisini modern zanneden kölelerinin ruhlarına da görünmez prangalar taktılar. Bu ortamda ruhları için yaşam koçlarını; yaşamları için de koç olarak tasarımcıları ve iç mimarları öne çıkardılar. Evlerinin iç dizaynının nasıl olacağına bile kendileri karar veremez hale getirildiler.

“İçindeki devi uyandır” ve; “Yüreğinin götürdüğü yere git” diyerek ruhları hayal kırıklıklarına ve yıkımlara hazırladılar. (Siz bir ruh hekiminin eğitiminin ne olduğu bilinmeyen; kendilerine nlp uzmanı yahut yaşam koçu diyen kişilere verdikleri kulaktan dolma mesajlarla halkın ruh sağlığına zarar veriyorlar diye karşı çıktıklarını duydunuz mu hiç? Onlara göre halkın sağlığını bozan tek meslek grubu işlerini derin ve bilimsel temelli bir eğitimle yapan psikologlardır).

Neyse... Sonra bu ve benzeri nedenlerden kaynaklanan en gündelik ruhsal dalgalanmaları hastalık saydılar; bu dalgalı ruhun her mevsim geçişinde verdiği doğal tepkileri “mevsimsel depresyon” olarak sundular. Üstelik de bunu hiç utanmadan; en ufak bir sıkılma duymadan yaptılar. Çünkü toplumu evvela diplomalı cahiller haline getirdiler. Bir yandan dini bile sorgula derken diğer yandan sorgulanmayacak yeni “kutsallar” icat ettiler. Bunların başına da pozitivist bilimi oturttular.

Söz konusu insan ruhu ve onun bin bir türlü halleri olduğunda en fazla şeker tableti ile aynı etkiye sahip olduğu bilinen ilaçları her derde deva bir iksirmiş gibi lanse ettiler. İçlerinden; “Nerden biliyorsun; saydın mı; say o zaman” diyen Recep İvedikler’in bile çıkmayacağını iyi bildikleri için; “Her insan ömründe bir kere depresyona girer; nüfusun en az beşte biri bu sorunu yaşıyor” falan diyerek resmi bütçeli kurumları olmayan hastalıkları etkisi bulunmayan ilaçlarla tedavi ettikleri noktasında ikna ettiler. Hapı yutan çoğaldığı halde sözde hastalıklar azalmadığı gibi her geçen gün daha da çoğaldı. Lakin kimse bu paradoksun farkında bile olmadı.

Okula başlama yaşını kısalttıkça kısalttılar; hatta öyle ki beş yaşa kadar indirdiler. “Topu beş kere sektiren; tek ayağı üstünde azıcık durabilen okula gidebilir” dediler. Böylece çocuk gelişiminde iki temel eğitimden birisi olan aile eğitiminin köküne iyice kibrit suyu döktüler. Bunu daha önce televizyonlar ve medya kanalıyla yaptılar. Dolayısı ile ailenin hakkı olan bir gelişimsel evreyi kanun gücüyle okulun hesabına ayırdılar.

Diğer yandan okul süresini ise tam tersine; uzattıkça uzattılar. En erken 25’li yaşlarda biten okul yaşamı; ardından pompalanan; “Daha çok çalışmak lazım” telkinleriyle aslında çok daha ucuza yaşanabilecek bir yaşamı son derece bedelli / zahmetli bir hale getirdiler.

En erken yaşta okula giderek aile eğitimi almakta zafiyet içine düşürülen yeni kuşak bir de ebeveynlerinin on; hatta on iki saatlik uzun çalışma koşulları ile iyice ebeveynsiz bırakıldı. Böylece anne – babası işten geldiğinde çoktan uyumuş olan nesillerin aile okulunda ebeveynlerinden alabilecekleri kazanımlar yok derecesine kadar indirilmiş oldu. Tüm bunlar daha fazla nesne üretimi; yani daha çok kapital tüketim için yapıldı. Toplumlar bir yandan daha çok nesne tüketmek için üretirken öbür yandan çocuklarını ve geleceklerini de kendi elleriyle tüketmek zorunda bırakıldı.

Okullarda ise “eğitim” adı altında öğretim sundular yıllarca. “Milli” dedikleri kurumlardan hiç de milliye benzer hali olmayan; her halleriyle daha ziyade gayri milliye benzeyen tuhaf kuşaklar türettiler. “Müfredat” diyerek koca bir sene boyunca bir derste tek bir kitabı okutarak evvela okumaya hevesi zayıflattılar. Öğretmeni aktif; öğrenciyi otomatik olarak pasif hale getirerek öğrenme konusunda son derece aktif olan merak duygusunu yıllar içinde usul usul törpülediler. Bunun sonunda nesilleri; okul bitince kitaplarını havaya kep fırlatırken sevinçle yakan kişiler haline getirdiler.

Denetlemeyi yıllar boyu önceden uyararak; “Dikkat; radar var” diyerek yaptılar. Sonra da bunun adına “denetim” dediler. Böylece kurallara uyma konusunda son derece gevşek davranmış; kurallara uyma egzersizleri zayıf kaldığı için ruhları eğitimsiz de düşmüş patolojik; yani agresif; hırçın; kaba; her fırsatta kavgaya meyilli psikopat kişilikleri çoğalttılar.

Sonuç

Böyle gelen şeyler elbette ki yine böyle gidecektir. O halde bilelim haddimizi; bırakalım bu tür şeylere üzülmeyi; ne de olsa; “Alan razı satan razı; bize ne; boşver…” diyelim ve atlayalım arabamıza; en yakın yerdeki yeşillik bölgeye giderek mevsimin son mangallarından birini daha yakalım. Bakın; tam tepede ışıklarıyla yer yüzüne el sallayan güneş bizi bu keyfe çağırıyor.

Psikolog
İzzet Güllü