Herkesin zaman zaman yaşamında anlamsızlık ve büyük bir boşluk hissettiği anlar olmaktadır. Genellikle bir travma sonrasında yaşanan bu anlarda kişiler sıkı sıkıya tutunduğu bağları sorgulamaya başlamaktadır. Bunun çeşitli sebepleri vardır; fakat varoluşçu psikoterapiye göre bunun sebepleri kişinin hayatında olan derin anlamsızlık duygusudur.
Varoluşçu psikoterapistlere göre insanın psikolojik rahatsızlıkların temelinde varoluşçu bir takım etmenler bulunmaktadır. İnsan elinde olmadan bu dünyada var olan ve varlığını fark edebilen tek yaratıktır. Varlığını fark etmekle beraber varlığının neden ve niçinlerini sorgulamak durumundadır. İnsan varlığına anlam aramakta bu da kişiyi bunaltıya ve kaygıya sürüklemektedir. Varoluşçulara göre insanın temel olarak cevaplamaya çalıştığı 5 soru şöyle sıralanabilir:
1)hayatın anlamı nedir?
2)Geleceği bilmek ve belirlemek mümkün müdür?
3)Ölümden başka hakikat var mıdır?
4)Hayatımızın sorumluluğu kime aittir?
5)Hayatta yalnız mıyız?
1-HAYATIN ANLAMI NEDİR?
Herhangi bir insan başka birine hayatın anlamını sorduğunda yüzlerce cevap alır; hayat çok anlamlıdır; yapılacak çok iş vardır. evlenme; kariyer; çocuk sahibi olma; çocuk yetiştirme gibi cevaplar alırız. Yaptığımız işlerin bizim için o an önemi büyüktür ve hayati değerdedir; örneğin; üniversiteden mezun olmak; yeni bir iş bulmak ; yeni bir şehre alışmak gibi. Fakat insanoğlu geriye doğru bakıp bebekliğinin; çocukluğunun; oyun çağının; okul hayatının; meslek hayatının her bir evresinde edindiği amaçlara baktığında bunları sadece tatlı bir gülümseme ile hatırlayacaktır. O zamanlar onlar ne kadar da çok önemsenmişti; fakat şu an sadece bir tebessüm oluşturmanın ötesine gidememektedirler. O zamanlar büyük bir anlam taşıyan olgular şu an anlamını kaybetmiştir. Kişi anını düşündüğünde ise asıl önemli olan şu an kendisine hedef olarak koyduğu şeydir. Şimdiki zamandaki hedeflerimiz hayati önem taşımaktadır. Ancak birey böyle yaparak yaptığı hatayı tekrarlamaktadır; bu da bir kısır döngü şeklinde ilerleyip gitmektedir.
Buradan şöyle bir sonuç çıkmaktadır; hayatın özünde hiçbir anlam taşımadığı gerçeği bir tokat gibi yüzümüze vurulur. Bu anlamsızlığı hisseden veya kısmen bu anlamsızlığın yakınından geçen birey müthiş bir bunaltı içine girer; çünkü artık hedeflerin ve amaçların hiçbir anlamı kalmamıştır. Kişi bu bunaltıyı hissettiğinde kaynağına inmek yerine ego savunma düzenekleri ile bu bunaltıya farklı bir yerde anlam aramaya başlar.
Amaçladıkları hedefe yönelen bireyler; bunları elde edip; doyum noktasının ötesine geçtiklerinde hayat anlamsızlaşmaktadır. Bu anlamsızlık kişide büyük bir bunaltı yaratmakta ve sıkıntı içine düşmektedir. Bu; insanın varoluşundaki temel noktaya ulaşmasıdır. İşte hayatta sarıldığımız her şey bu anlamsızlığı kapatmak üzere alınmış tedbirlerdir.
2-GELECEĞİ BELİRLEMEK MÜMKÜN MÜDÜR?
Kişilere sorduğumuzda herkesin gelecekle ilgili planları vardır; bir saat sonra ne yapılacağı ;bir gün sonra ne yapılacağı on yıl sonra ve emeklilikte dahi ne yapılacağı aşama aşama kişinin zihninde programlanmıştır. Fakat ne yazık ki bir dakika sonrasında dahi hayatta kalıp kalmayacağımızı bilmemiz mümkün değildir. Gece yatağımıza yattığımızda bir kanseri hücresi harekete geçmiş bir yıl sonra ölümümüzü gerçekleştirmek için faaliyete başlamış olabilir. Vücudumuzun herhangi bir bölgesinde oluşmuş olan pıhtı; kalp damarlarımızı tıkayarak bizi ölüme götürebilir; veya felçli bırakabilir. O an başka bir şehirdeki çocuğumuza araba çarpmış ve yaşam mücadelesi vermiş olabilir. Zaten bunların her biri şu an dünya yüzeyindeki insanlara tam şu anda olmaktadır. Fakat biz her zaman bunların çok uzağında ve bunlar hiçbir zaman başımıza gelmeyecekmiş gibi; adeta hayatımızdaki bu belirsizliğe meydan okurcasına dakika dakika; saat saat; yıl yıl hayatımızı programlamaktayız. Bunun sebebi insanoğlunun ilk günden beri belirsizlik karşısında ürkmüş; korkmuş ve çaresiz hissettiğidir.
Bir dakika sonra kalp krizi geçireceğini; çocuğunu kaybedeceğini; veya varlığını yitirebileceğini bilen hangi insan basit hesapların ve planların peşine düşer? İşte kişi bu belirsizlikle savaşmak için hayatındaki girdileri ne kadar kontrol altına alabilir ve belirlerse o denli bir rahatlama hisseder. Bundandır ki kişi; sürekli olarak geleceğini programlamaktadır. Kişi deprem; trafik kazası; gibi travmalarla baş başa kaldığında ancak bu belirsizliği hisseder ve koruma kalkanının o kadar güçlü olmadığını fark eder. Yine de insanlar bu durumlardan çıkmak için yeniden hayatına hedefler koymaktadır.
3-ÖLÜMDEN BAŞKA HAKİKAT VAR MI?
Kendimize ve çevremize gelecekle ilgili sorular sorduğumuzda birçok cevap alırız. Önümüzde duran yemeği biraz sonra yiyeceğizdir; biraz sonra kalkıp uyumak için yatağa gideceğiz; sabah kalkıp işe gideceğizdir. Önümüzdeki yıl çocuğumuzu başka bir okula vereceğiz ve işten terfiyi beklemekteyizdir. Gelecekle ilgili planlarımızda aklımıza her şey gelir; fakat tek bir hakikat gelmez o da ölüm gerçeğidir. Oysa ki dünyaya geldiğimizde geleceğimizle ilgili kesin olan tek bir şey vardır: o da öleceğimizdir. Ölmek; yok olmak yani ortadan kalkmak; yani toprağa gömülmek demektir ki bu da insanın canlı iken tasavvur edemeyeceği tek gerçektir. Her an ölümle iç içe olmamıza rağmen ölüm hep yok sayılır; ölüm bize asla gelmez; ölümün bizle işi yoktur. İnsanlar ölümle ilgili tüm ritüelleri ve toplumsal kuralları yerine getirse de bunlar hep ölümü inkar etmek üzerine kurulmuştur.
Ölüm her an kapının eşiğindedir; o halde yaşamın anlamı nedir? Bu kadar öfkenin; kızgınlığın; hırsın; dürtünün anlamı nedir? Bu sorgulamalar insanı tekrardan bir açmaza düşürür. Açmazlar içinde kalan insan ölüme karşı bir savunma olarak anksiyeteyi bir koruma kalkanı olarak kullanır. Anksiyete hissediyorsa kişi yaşıyordur; bu durumda yaşadığını hissetmek adına sürekli anksiyete hissedecektir. Varlığının bedeli bunaltı ise bu kabul edilir. Birey ya sanal bir dünyada yaşayacak ölümü reddecek; ya da ölümle yüzleşecek ve varoluşunu bir başka bağlamda değerlendirecektir.
4-HAYATIN SORUMLULUĞU KİME AİTTİR?
Kendimize ya da çevremizdekilere şu anda bulundukları durumdan memnun olup olmadıkları sorduğunda herkes sayısız şikayet iletecektir. Kişiler ya hak ettiği yerde değildir; ya da daha iyi imkanlara ulaşmak için çabalamaktadırlar. Arzuladığı noktada olmayan ya da daha iyi imkanlara ulaşmak isteyen bireylerin çoğu bu durumun sorumluluğunu başka kişilere ya da toplumsal normlara yüklemektedirler. Suçlu olan ailedir; patronudur; devlettir ya da toplumsal örf ve adetlerdir. İsteklerine ulaşamamanın nedeni dış dünyadır; kişilerin kendilerini anlamayan dış dünyadır. Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda ise tablo çok farklı gözükmektedir. İnsanoğlunun insan olma vasfı onun irade kavramını kullanmasına bağlıdır. İrade; alternatifler arasında tercih yapma güç ve iktidarıdır. Bu seçmeyi beceren canlı insan olmuştur. Bir yaşından itibaren insanoğlunun yaratıcı tek bir gücü vardır: o da kendi iradesidir. Birey; ergenlikle beraber hayatına gerçek anlamda yön verebilme kapasitesine ulaşmıştır.
İnsan kendi bedenini kullanan bir sürücü gibidir; o bedeni canlı da tutabilir; öldürebilir de. Fakat kişi bu süreçte hatalar yaptığında bunun sorumluluğunu kendisine alması dayanılmaz olacağından bunu dış etkenlere atmaktadır. Çünkü yanlış kullanım kişinin hem kendisi tarafından hem de çevresi tarafından yargılanmaktadır. Kişi bundan kaçmak için 2 tutum sergiler. Ya hayatında başına gelen olumsuz durumlar için başkalarını sorumlu tutar ya da çevresinde hayatına yön verecek ve onun sorumluluğunu alacak bir kişi bulur. Bu genellikle ebeveyn olduğu gibi; başka otoriteler de olabilir. Kişi sorumluluğu dış etkenlere attıkça ; yani iradesini serbestçe kullanmadıkça kaygıdan ve bunaltıdan geçici olarak kurtulacaktır. Çünkü sorumluluk ona ait değil; başkasına aittir.
5-HAYATTA YALNIZ MIYIZ?
İnsan doğduğu gün göbek kordonuyla annesine bağlıyken; doğduğunda göbek kordonu kesilerek annesinden ayrılır. İşte yalnızlık hikayesinin başladığı an bu andır. Herkesin hayatı kendine hastır; herkesin yaşantısı kendi içindedir. Kendi iç dünyamızdaki yaşantıları; hissedişleri bir başkasına tam manasıyla aktarmamız anlatmamız mümkün değildir. Duygu imgeye dönüşürken ve imge de söze bürünürken orijinalinden çok şey kaybeder. Dahası sözü kavrayan karşı birey; kendi söz dağarcığıyla bilgiyi çaprazlar; sözleri kendi imgelerine çevirir. Kendi imgelerini kendi duyguları olarak anlamaya çalışır. Orijinal bir duygunun diğer bir kişi tarafından mutlak anlaşılması mümkün değildir. Başka birinin bizim duygumuza iştirak etmesi; onu anlaması; azaltması ya da artırması mümkün değildir. Dolayısıyla insanlar yalnız başına duygulanan ve yalnız başına yaşayan zavallı varlıklardır. Bu yalnızlık duygusu kişide bunaltı ve kaygı yaratır. İnsan bir ömür boyu acılarını; çaresizliğin; kızgınlığını; öfkesini yalnız yaşayacaktır. Karşı tarafın aynı şekilde hissetmesi mümkün değildir. İşte insan bu duygudan ve bunun verdiği bunaltıdan kaçmak için kendini sanal bir dünyanın kollarına atacaktır. Hep çevresinde eş; dost; arkadaş ve ve sevgililer oluşturacaktır. Tüm bu faaliyet ve çabalar derindeki yalnızlığı kapatmaya yöneliktir. Fakat kişi bir travma yaşadığında; çok iyi tanıdığı çevresindeki insanların duygusal olarak kendinden ne kadar uzakta olduğunu gördüğünde gerçeği biraz daha yakından idrak edecektir.
Kişi gerçeği bu şekilde idrak etmektense başka insanlarla beraber olacak; görüşecek ; konuşacak ve hep bir telaş içerisinde hayatını yaşayacaktır.
Bu beş tane temel soru insanoğlunun açmazlarıdır. Bu sorular insanın cevap veremediği ve onu bunaltan sorulardır. Bu bunaltılar çok değişik klinik tablolar ile karşımıza gelmektedir. Fakat bütün bu gerçekleri yürekten kabul eden; bunu ruhuna sindiren güçlü bir benlik yapısı ile bu dünyadaki bilemediğimiz yolculuğumuzu var olmak için geçirebiliriz. Hedeflerden değil süreçlerden oluşan bir anlayışı ruhumuza egemen kılabiliriz. Ancak bu varoluşsal gerçekleri idrak edip; sindirdikçe yaşamımızdaki büyük anlamsızlık duygusu ile yüzleşmeye başlar; bu gerçeklerle daha olgun savunma düzeneklerini kullanarak baş edebiliriz
KAYNAKLAR Uzm. Dr. Tahir Özakkaş'ın Bütüncül Psikoterapi kitabından alıntı yapılmıştır.