HEPSİ VAR İÇİMİZDE. ÖNEMLİ OLAN HANGİ DUYGUYU BESLEDİĞİMİZ
İnsanoğlunun yapısında her duygu başlangıçta bir öz / çekirdek olarak bulunur. Kişi yaşam deneyimleri sürecinde bunlardan hangisini sulayıp beslerse ya da ihmal ederek kurumaya terk ederse bu duygular ona göre bir değişime uğrar. Bu işleyiş sonunda kimi duygular en öne geçer; kişiyi peşinden sürükleyen ana (lokomotif) duygu haline gelir. Kimi duygular da ya ara yollarda kaybolur ya da arka sıralarda kalır; kişinin dünyasında fazlaca bir ehemmiyet arz etmez bir vagon halini alır. Burada önemli olan hangi duyguyu beslediğimiz ya da beslemediğimizdir.
Bu duyguyu iki temel etken besler: Birincisi; çocukluk yıllarındaki ebeveyn hatalarıdır. Diğeri de yaygın kitle iletişim araçlarıdır.
ÇOCUKLUK YILLARININ ÖNEMİ
Çocuklarda ego ve süper ego henüz gelişmediğinden doğuştan getirilen id dediğimiz yapı yani beklemeyi ertelemeyi bilmeyen haz ilkesi baskındır. Dolayısı ile çocuklar sürekli isterler. (“Ben istiyorum; ama istiyorum; valla istiyorum...” diyerek sürekli istek merkezli yaşayan kişileri çocukluk dönemine takılı kalmış sağlıksız kişiler olarak görmek de pekala mümkündür). Bu isteme davranışına ebeveynlerin verdikleri tepkilerin doğru veya hatalı oluşu söz konusu duyguyu ya tatmin ile ya da doyumsuz bir yapıya dönüşmesi ile sonuçlandırır
SENİN İMKANIN VAR. PEKİ ÇOCUĞUN İHTİYACI VAR MI
Buradaki temel yanlış çocukların her isteğini ebeveynlerin; ”İmkanımız var şükür” ya da “biz yokluk çektik onlar çekmesin” klasik düşünceleri nedeniyle sürekli olumlu yönde cevaplama çabalarıdır. Oysa ki çocukların herhangi bir isteğine verilecek yanıtın ölçüsü imkanımızın olup olmaması ya da ebeveynlerin zamanında çektikleri yokluklar olmamalıdır.
Buradaki temel doğru şudur:
Ebeveynler çocuklarının “ihtiyaçlarını” karşılık beklemeksizin ve bizzat kendileri gidermelilerdir. Ancak “isteklerini” yerine getirmeyi çocuklarına bırakmalılar; bunu “hak ettikleri zaman verilecek harçlık ödülü” ile kendilerinin gerçekleştirmesini sağlamalılardır. (“Yavrum; bu istediğin şeyi sen kendin al. Bak sana bunun için -şu şartlarda- para veriyoruz” denilmesi suretiyle vb). Sürekli ve sadece anne babasının eliyle isteği doyurulan bir çocuk isteme duygusunu yönetemez; bu konuda mirasyedi gibi ancak hoyrat ve ölçüsüz davranmayı öğrenir.
İKİNCİ NEDEN ADETA BİR SALGIN OLAN ÇILGIN TÜKETİM KÜLTÜRÜ
Doyumsuzluk duygusunun ikinci en önemli nedeni ihtiyaç bazlı değil de istek bazlı bir yöne evrilen yanlış tüketim alışkanlıklarımızdır. Söz konusu eğilimdeki evrilmeye yıllardır sürdürülen görsel ve işitsel nitelikli (tek yanlı ve bilinçli) telkin sağanağı yol açmıştır.
HER DAVRANIŞIN ALTINDA BİR DUYGU YATAR
Bu tüketim çılgınlığı / salgını kişilerin sadece ihtiyaçlarını değil; isteklerini de ihtiyaç olarak görerek gereğinden fazla önemsemeleri sonucunu doğurmuştur.
Bilindiği üzere duygular sonuçlarından; yani yol açtığı davranışlardan beslenir. Evet; duygular niteliğine göre bazı davranışlara yol açar; sonra da yol açtıkları bu davranışlardan beslenir. Böylece kişiler istedikleri her şeyi alma yönünde zamanla içlerinde daha güçlü bir duygusal baskı hisseder hale gelirler. Haliyle güçlenmiş bir duygunun önünde eğitilmemiş; üstelik de zayıf bırakılmış bir irade silahıyla durabilmek kolay kolay mümkün olmaz.
DOYUMSUZLUK DUYGUSU DOYAR MI
Doyumsuzluk duygusu doğası gereği doyum eksenli bir dizi davranışa yol açar. Bu davranış daha çok alma; daha fazla elde etme; birçok şeye sahip olma yönünde olur. Ancak bu duygu yol açtığı (doğurduğu) davranışlardan tatmin olmaz; bilakis kişileri daha da doyumsuz bir hale getirir. Diğer bir anlatımla bu duygu; sulu dereye götürüp susuz getirmek misali doymak için harekete geçirir ancak (sadece) kişilerdeki doyumsuzluğu kuvvetlendirir. Bu paradoksal durumu susayan bir kişinin susuzluğunu gidermek için deniz suyu içmesine; sonra da daha çok susamasına benzetebiliriz. (İlla ki benzeteceğim. Biri de beni bir gün bir şeye benzetecek gibime geliyor:))
HER DUYGUSAL DOYMA ARAYIŞI DENİZ SUYU İÇMEYE BENZER
Su susuzluğu giderir ancak deniz suyu bu susuzluk duygusunu daha çok artırır. İçilen deniz suyu olduğu sürece çok içmek fayda sağlamaz; bilakis bu duyguyu daha da perçinlemiş olur. Buradan ve “hastalık sebeplerinin zıddı ile tedavi edilir” ilkesinden doyumsuzluğu gidermenin yolunun daha çok şey almaktan değil; çok az şey alma davranışından geçtiği anlaşılır. Bu ise en azından bir süreliğine iradeli olabilmeyi gerektirir.
DOYUMSUZLUĞUN ÖNÜNDEKİ GÜÇLÜ YAHUT ZAYIF DUVAR: İRADE
İrade; günümüzün modern bireyinin “sadece dindar insanlara has bir olgu” gibi görerek ihmal ettiği; böylece geliştirme yönünde fazlaca bir çaba göstermediği içsel kontrol gücüdür. Ayrıca iradeyi pek çok kişi haz odaklı dünya görüşlerine bir engel olarak görmüş; bu nedenle onun çelimsiz kalmasını bizzat kendileri istemişlerdir. Haliyle bu zayıf bırakılmış irade ile doyum yönünde baskı kuran duygulara karşı direnebilmek fazlaca mümkün olmamıştır. Kişi direnmeyip bu duygu istikametinde davranma akıntısına kapıldığında az önce de anlatmaya çalıştığım gibi bu duygunun daha da kuvvet bulması; böylece kişileri içine çekerek orada günbegün boğması kaçınılmaz bir hale gelmiştir.
YENİLEN PEHLİVAN GÜREŞE DOYMAZ
Kişi güçlü isteğiyle yöneldiği birçok şeyi doymak için alır; ama her alma davranışı bir başka isteme ve alma eğilimi içine girmeye götürür. Sürekli yaşanan bu sıkıntılı durum kişileri bir süre sonra ruhsal açıdan iyice yorar. Böylece kişiler daha da mutsuz; daha da gergin bir hale gelirler. Bu sefer de; zaten “sürekli almakla” sahip oldukları gerginlikten bir nebze de olsa kurtulabilmek; kısmen de olsa rahatlayabilmek için almaya başlarlar. Aldıkça istekleri kuvvetlenir; kuvvetlendikçe daha sık alma yönelimi içine girerler. Böylece fasit bir dairenin; kısır bir döngünün kör kuyusu içine düşerler.
ÇÖZÜM
Çözüm nedenlere müdahale odaklı olmalıdır. Öncelikle yukarıda değindiğim ve çocukluk yılarına ait olan hataların ortadan kaldırılması; yine aynı şekilde bu döneme dair doğruların yaşama geçirilmesi gerekmektedir. ayrıca doyumsuzluğa yol açan “iste ve al” kültürü saldırılarına karşı da irade bariyerini güçlendirici çalışmaların yapılması önem arz etmektedir. Bu ise sürekli ve nitelikli kitaplar okumakla mümkündür. Çünkü;
"BEYİN DOĞRU ŞEYLE DOLARSA DUYGULAR DOYAR"
Oruç; namaz gibi dinimizdeki ibadetlerin ve inanç kültürümüzden kaynaklı “iftira günahtır; gıybet yasaktır; verilen sözde durulmalı” türü pek çok eylemin de bu sonucu sağlamada ciddi bir etkisi olduğu bilinmektedir. Son yapılması gereken de bu tür psikolojik süreçlerle ilgili derin bir farkındalık kazandıran; bazı teknikler öğreten pratik psikoloji eğitimlerine ağırlık verilmesidir. Gerektiğinde bu yönde birebir nitelikli bilişsel (kognitif) psikoterapiler de alınabilir.