Menopoza Giren Sosyetik Teyzeler Neden Kedi Gibi Miyavlar
Not:Bu eser kitap olarak adıma tescil edilmiş;ısbn numarası alınmıştır.İzinsiz hiçbiryerde kullanılamaz;alıntı yapılamaz.
Af etmek
Sizde “Allah affeder ama ben affetmem” diyen kişilerden misiniz? Kinci misiniz? Bir hatada karşınızdaki insanı silip atar mısınız? Son yılların psikoterapilerinden birisi de “af terapisi” oldu. Önce kendinizi; sonra da başkalarını affetmeniz gerekiyor. Neden af etmeliyiz bize zarar veren kişileri? Öncelikle o insanlara karşı hangi duyguları taşıyoruz? Efendim duygular kendi içinde ikiye ayrılıyor.
a - Pozitif duygular: Sevgi; aşk; muhabbet; huzur; güven vb. Bütün canlıların asıl hedefi bu güzel duygulara ulaşmak…
b – Negatif duygular: Kin; nefret; öfke; kaygı; korku; intikam vb… Yine canlılar bu duyguları yoğun yaşamak istemezler. Burada şöyle bir soru aklımıza geliyor. Peki duygu nedir? Duygu enerjidir. İşte negatif duygular; negatif enerji demek… Siz kin ve nefreti taşımakla içinizde sizi kemiren negatif enerjisi taşıyorsunuz. “Keskin sirke küpüne zarar” demiş eskiler. İçinizde taşıdığınız bu olumsuz duygularda sadece size zarar veriyor. İşte af terapisinde içinizdeki bu olumsuz enerjiyi boşaltıyorsunuz.
- Af etmek; affettiğiniz kişiyi seveceğiniz anlamına gelmiyor.
- Af etmek; affettiğiniz kişi ile dost olacağınız; konuşacağınız anlamına da gelmiyor.
- Af etmek; affettiğiniz kişiye gidip; “seni af ettim” demeniz anlamına da gelmiyor.
- Af ettiğinizden karşıdaki kişi zaten haberdar olmuyor. Siz onu kendi içinizde affediyorsunuz. Öncelikle içinizdeki bu zehirli enerjiden kendinizi kurtardığınızda çok ama çok rahatladığınızı göreceksiniz. Af etmediğiniz zaman hayatınızın en güzel yıllarını intikam hülyaları ile; kin ve nefret şarkıları ile geçirirsiniz. Hani “ermiş kişi” deriz. Biz buna psikolojide “kendini gerçekleştirme” deriz. Ermiş kişi; evliya; insan-ı kamil; kendini gerçekleştiren kişi diye tabir ettiğimiz bu zatlarda kin; nefret; öfke duygularına rastlayamazsınız. Ve onlar kimseye düşmanlık beslemezler. Af terapisinin bir başka ayağı da “kendinizi” affetmenizdir. Hayatınız boyunca kendinize duyduğunuz kızgınlık; öfke; nefret duygularını da boşaltmalısınız. Yaptığınız hataları hayat deneyiminiz olarak bir yere kaydedin ve öncelikle kendinizi affederek kendinizle barışın.
Ağaran saçlar
Gecenin karanlığı… Kış… Hava soğuk… Dışarısı karanlık… Köy odasında köylüler uzun kış gecelerini kısaltmaya çalışıyorlar. Uzun Ömer’in gür sesi bütün konuşmaları bıçak gibi kesti. “Şimdi bu saatte kim Deve Dişi Mağarasına gidebilir?” Bu söz zaten soğuk olan havada ayaz etkisi yaptı. Çıt yok… Bir kaç dakika sonra homurdanmalar; uğultular başladı. Deve Dişi Mağarası köye iki kilometre uzaklıktaydı. Sarp kayaların arasında… Binlerce yıl önce insanların yaşamış olduğu bir yer… Bu karanlıkta ve ayazda oraya gitmek gerçekten cesaret isterdi. İlk önce köyün yağız delikanlılarından Kazım’ın sesi duyuldu. “Ben giderim”. Herkes ona baktı. “Sanki bu oğlan kafayı sıyırmış galiba”; der gibi bir halleri vardı. İkinci olarak da Hacıların Yusuf gideceğini söyledi. Orada bulunanlar işi iddiaya taşıdılar. Bu iki gencin de birer kız kardeşleri vardı. Mağaraya gidip gelen; gidemeyenin kız kardeşi ile evlenecekti. Her ikisi de gidip gelirse birbirlerinin eniştesi olacaklardı. Aynı zamanda aile şerefleri de vardı işin içinde… Köylüler bir ağaç parçasını yontup kazık haline getirdiler. İlk önce Kazım gidip o kazığı mağaranın ortasın çakacaktı. Sonra Yusuf gidip onu alıp gelecekti. Kazım kazığı alıp köy odasından çıktı. Çıkmaz olaydı. Ayakları sanki birbirine dolaşıyordu. Kendi evlerine doğru yöneldi. Ayaz keskin bir bıçak gibi yüzünü kesiyordu. Verdiği sözden dolayı bin pişman olmuştu. Ama artık geri dönüşü yoktu bu işin… Caydığını söylerse; itibarı köyde beş paralık olurdu. Bütün bunları düşünürken kendini evlerinin kapısında buldu. Kapıyı açıp içeri girdi. Kısılmış olan gaz lambasının alevini azıcık açtı. Bu loş ışıkta bile benzinin sarardığı belli oluyordu. Az önce kafasını yastığa koymuş olan kız kardeşi Cemile doğruldu. Daha on dokuzunda ceylan gibi bir kızdı. “Hayırdır abi; hasta mısın? Neyin var?” “Hayır; hasta değilim de… Sorma başıma geleni” ; dedi; Kazım usulca. Girdiği iddiayı anlattı. Bu şartlarda mağaraya gidemeyeceğini söyledi. Çünkü korkudan bacakları titriyordu. Cemile hemen doğruldu. “Abi; elbiselerini çıkar bana ver”;dedi. Abisi elbiselerini çıkarıp Cemile’ye verir vermez; elbiseyi giyen Cemile eline kazığı aldığı gibi evden ok gibi fırladı. 15-20 dakika sonra Cemile mağaraya varmıştı. Mağaranın girişi dardı ve uzun bir koridordan geçiyordu. Mağaranın geniş salonunda yukarından bir havalandırma deliği aşağıya doğru uzanıyordu. Cemile tam havalandırma deliğinin altına geldi. Burası 20-30 metre yüksekliğinde bir havalandırma bacasıydı. Göz gözü görmüyordu. El yordamı ile bir taş aradı. Taş ile kazığı yere çakacak ve biran önce bu uğursuz yerden çıkacaktı. Eli ile yerleri yoklarken bacadan “küüüüt” diye bir şey hemen önüne düştü. Düşen şeye elini uzattı. Dokundu… Damarlarındaki kan duruverdi sanki. Sıcak bir şeydi bu… Tamamen dokununca kopmuş bir kol olduğunu anladı. Korkudan az daha kalbi duracaktı Cemile’nin… Birkaç saniye sonra bir parça daha düştü… Bu da diğer kol idi. Bacaklar; beden parça parça düştü önüne… Kımıldayamıyordu. Nefesi kesilmişti. Zar zor bir taş buldu. Ceset parçalarını kenara itti ve kazığı oraya çakıverdi. Eve nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Sanki uçmuştu. Abisi heyecanla onun gelişini bekliyordu. Hemen söze başladı: “Ne oldu? Ne yaptın?” “Tamam abi. Kazığı istenilen yere çaktım. Al elbiselerini giy ve köy odasına git”. Kazım köy odasına gidip kazığı çaktığını söyledi. Sıra Yusuf’a gelmişti. O çıkıp gitti ve bir süre sonra mağaranın bacasının altına çakılan kazığı alıp geldi. Gençlerin ikisi de iddiayı kazanmışlardı. Ertesi gün cesur; iki delikanlı birbirinin kız kardeşi ile evleneceklerdi. Herkes evlerine çekildi. Vakit çoktan gece yarısını geçmişti. Köylüler sabah bir başka uyandılar. Ama köylüleri bir sürpriz bekliyordu. Cemile’nin ve Yusuf’un saçları bembeyaz olmuştu bir gecede… Saçları 70 yaşındaymışlar gibi ağarmıştı. Köylüler işin iç yüzünü öğrendiler. Kazım’ın yerine kız kardeşi Cemile’nin mağaraya gittiği ortaya çıktı. Ayrıca mağaradaki ceset olayı da çözüldü. Komşu köyde bir kız namus davasına öldürülmüş ve cesedi gece yarısı mağaraya atılmıştı. İşte Cemile ve Yusuf’un cesetlere dokunurken hissettikleri korku duygusu onların saçlarının ağarmasına yol açmıştı. Bu iki cesur genç evlendirildi. İnsanların saçları bir gecede bile ağarabiliyor gerçekten. Amerikan başkanlarından birisinin hanımının da saçı bir gecede ağarmıştı. Çocuğunu kaybettiği gün üzüntüden saçları ağarmış. Aşırı sıkıntı ve stres saçların beyazlamasına ve dökülmesine yol açabiliyor.
Ağız ishali
Geveze pireler kendi aralarında konuşuyorlar.
- Kardeşim; televizyon kanallarında ishalden geçilmiyor.
- Ne oldu ya?
- Televizyonlar ishal mi olmuş.
- Tabi ya hepsi ishal olmuş.
- Televizyonlardan şey akıyor.
- Oğlum; kafayı mı yedin televizyon ishal olur mu?
-Olur tabi; neden olmasın?
- Eee abi televizyon nasıl ishal oluyormuş; cehaletimi mazur gör. Hele bir anlatıver de bilgi sahibi olalım.
- Sözüm o ki metal yığını televizyon ishal olmaz; olmasına da; ishal olan; televizyonlarda saatlerce konuşanlar.
- Mideleri mi bozulmuş abi?
- Dinle dingil!. Bizim her şeyi bilen atalarımız; “Sürekli ve yerli-yersiz; gerekli-gereksiz konuşan patavatsız insanlar için ‘ağız ishali’ olmuş; derlerdi.” Televizyon kanallarımızda o kadar çok ve boş konuşan var ki; bu sözü hatırlattı bana.
Bazı insanlarla karşılaştığınıza bin pişman olursunuz. Hatta bazılarını gördüğünüzde yolunuzu değiştirirsiniz. Sizi bir yakalayıversinler; yeter. Ellerinden zor kurtulursunuz. Ağız ishali; çok konuşan bu kişiler için kullanılır. Aman dikkat! Bizden çok konuştuğumuz için kaçıyorlarsa bu hastalık bize de bulaşmış olabilir. Hemen psikolojik terapi desteği almaya lütfen…
Ahlaksız herif
- Ahlaksızın teki; tanımıyor musun onu?
- Benim kalbim temiz anacım. O ne fitne; fesat ahlaksızdır.
- Adamın ahlaki değerleri yozlaşmış; kalmamış; onun için her şeyi yapıyor. Bütün bu cümleler tanıdık geldi; değil mi? Peki ahlak nedir? İnsanlara “ahlaksız” etiketini yapıştırmak bu kadar kolay mı? Bizim toplumumuzda kolayca etiketleme yapıyoruz maalesef. Ahlak konusunda Ahmet Altan’ın ‘Ahlak’ tanımı çok hoşuma gider. Der ki Altan:
“Ahlaksız; benim ahlakıma uymayan değildir. Ahlaksız; kendi ahlaki kriterlerine; kurallarına uymayandır”. Çünkü her toplumun ahlaki kriterleri farklıdır. Bizim ülkemizde iki erkeğin kol kola; el ele dolaşması samimiyetin; dostluğun ifadesi iken; aynı davranış batıda eşcinselliğin ifadesidir. Siz küçük bir çocuğu; başını okşayarak severseniz bu ülkede sevginizi göstermiş oluyorsunuz. Ama aynı davranış Amerika’da cinsel taciz olarak değerlendiriliyor. Birisine “ahlaksız” derken iki kere düşünmemiz gerekiyormuş demek ki.
Ama ben babamı çok özlüyorum
Benim psikolog olduğumu öğrenen Yeşim Hanım ilginç bir anısını anlattı. Ben çocuk kitapları yazıyorum. Eşim sanatçılara menajerlik yapıyordu. Kızım o zamanlar daha çok küçük idi. Sanırım 3 yaşlarındaydı. Eşim işi gereği sabaha doğru eve gelirdi. Bazı günler eve gelemez ve büroda sabahlardı. Bir gece kızımın ateşi çıktı. Bir türlü düşüremedik. Acile kaldırdım. Eşime telefon açtım. O apar topar hastaneye geldi. Eşim geldikten sonra kızımın ateşi düşüverdi. O günden sonra her gece yarısı saat 12.00 gibi kızımın ateşi yükseliyordu. Tahliller yapılıyor; ilaçlar veriliyor ama 2-3 saat ateşi hiç düşmüyordu. Aile dostumuz; ve İstanbul’un meşhur çocuk doktoru olan hekimimiz hiçbir olumsuz bulguya rastlayamadığını söylüyordu. Bir ay boyunca sürekli hastaneye taşındık. Babası bütün işini gücünü bırakıyor ve kızımın başına geliyordu. Doktorumuz çocuklarla çok iyi anlaşan biriydi. Yanında özel olarak getirdiği çikolataları bulunurdu. Bir gün kızıma o güzel çikolatalardan yine verdi.
- Söyler misin aşkım; dedi; senin ateşin neden yükseliyor? Kızım peltek peltek konuşarak:
- Ama doktoycum; ben babamı çok özlüyoyum. Doktorumuz:
- Ya hu ben bunu neden günler önce sormamışım? Kızın ateşinin yükselmesinin sebebi tabi ki babasını özlemesiymiş. Sebebini en iyi kendisi bilir. Babasını görmek için ateşini yükseltiyor. Sonra eşim; kızıma daha çok zaman ayırdı ve bu sorunda bitiverdi.
Psikolog olarak buna benzer çok olaylara şahit oldum. Kan şekerini düşürüp yükselten insanlar gördüm. İnsan iç organlarına da hükmedebilir. Yeter ki yönetmeyi öğrensin.
Amir-Memur
İlköğretimde çalışan bir öğretmen arkadaşım yanıma gelmişti.Çok hoş.çok güzel projeleri vardı.Arkadaş:
- Müdür’e götürdüğüm hiç bir projem kabul edilmiyor. Bütün arkadaşlar çok beğeniyorlar ama sayın müdürüm beğenmiyor tek. Çıldıracağım… Hatta sayın müdürüm beni ezmeye çalışıyor. Hocam; siz söyleyin ne yapayım? Bende ona:
- Hiç bir amir memurunun kendisinden daha akıllı; daha zeki; daha başarılı olmasını istemez. Çünkü kaldıramaz. Çünkü kıskanır; dedim.
Benzer durumları eğitim seviyeleri farklı; evli çiftler arasında da görüyoruz. Genellikle bayanın eğitim durumu erkekten üstünse o evlilik sağlıklı yürümüyor. Çoğu boşanma ile gerçekleşiyor. Bizim toplumumuz erkek egemen bir toplum. Genelde evin reisi erkek... Bayanın eğitimi erkekten üstünse bayan daha aktif bir rol oynuyor. Erkeği yönetmeye çalışıyor. Daha mantıklı çözümler öneriyor. Ama erkek egosu bunu kabul etmiyor. Erkek egemenliğini kaybetmemek için bayana baskı yapmaya başlıyor. Gücünü göstermek istiyor. Bir süre sonrada çatışmalar başlıyor. Ve en sonunda mahkemede evlilik son buluyor. Sevgili bayanlar; eğer bir Türk erkeği ile evlenecekseniz; erkeğin eğitimi ya izinle aynı olsun ya da sizden yüksek olsun. Üniversite ya da lise mezunu bir erkek; üniversite; lise ve ilköğretim mezunu bir bayanla geçinebiliyor. Ama üniversite mezunu bir bayan; lise ya da ilköğretim mezunu bir erkekle anlaşamıyor. Meslek hayatımda buna benzer çok örnekle karşılaştım. Bayan lise mezunu erkek ilköğretim… Kanlı bıçaklılar… Eğitim seviyesi düşük olan erkek; amir memur ilişkisinde olduğu gibi “eşinin kendinden daha akıllı; daha zeki; daha başarılı” olmasını kaldıramıyor. Gençler en çok güvendiğiniz aşk birkaç ay içinde bitiveriyor. Evlenirken denkliğe dikkat lütfen… Davul dengi dengine çalıyor gerçek hayatta her zaman. Size mutluluklar diliyorum.
Aptal aşık sendromu
Siz hiç aptal aşık sendromu yaşadınız mı? Aptal aşık sendromu ne mi? Anlatayım efenim. Eskiden sosyal hayat bu kadar rahat değildi. Genç sevgililerin buluşabileceği internet kafeler ya da pastaneler; kafeler yoktu. Ne yapsın gariplerim; mecburen parklarda; banklarda otururlardı. Genelde erkek kıza yakın oturmak için iyice sokulur ve saatlerce kımıldamadan aynı pozisyonda otururdu. Kolu bankın üzerinde ve üzerine abanmış bir şekilde saatlerce beklerdi. Bir süre sonra koluna yeterli miktarda kan gitmez ve kol uyuşmaya başlardı. Kalktıklarında ise kol tamamen uyuşur ve birkaç gün delikanlı kolunu kımıldatamazdı. Hemen hastaneye koşardı delikanlı ve ailesi. Çocuğun koluna bir şey mi olmuş diye. İşte hekimler bu duruma “aptal aşık sendorumu” derlerdi. Gençler siz siz olun aman kolunuzun üzerine saatlerce abanmayın. Valla söylemesi benden…
Asansörde yolculuk
Asansöre bindiniz. İçerisi tanımadığınız insanlarla dolu… Bu durumda ne yaparız? Kimimiz tavana bakarız. Kimimiz aynaya bakarız. Kimimiz elbisemizin düğmesiyle oynarız. Herkes gergin ve rahatsızdır. Herkes biran önce inmek ister. Kimse bir başkasına bakıp tebessüm etmez. Bunun sebebini hiç düşündünüz mü? Sebebi psikolojik efendim. İnsanlarda mahrem alan diye bir alan var. Bedeninizin etrafında 50 cm yarıçapında bir daire olduğunu hayal edin. İşte bu daire mahrem alan… Yani göbeğinizin üzerine 50 cm’lik bir cetvel koydunuz ve şöyle 365 derece döndünüz. Bir daire meydana geliyor ya işte bu daire mahrem alanımız… Mahrem alanımıza annemiz; babamız; kardeşlerimiz; akrabalarımız ve sevdiğimiz insanlar girebiliyor. Bunlara izin veriyoruz. İşte asansörde yabancı insanlar bizim mahrem alanımızı mecburen işgal ettikleri için bilinçaltımız anında tepki gösteriyor. Sıkılıyoruz; daralıyoruz. Bilinçaltı mahrem alanımızı koruyor. Yabancı insanlar mahrem alanımıza girerken nasıl sıkılıyorsak sevdiğimiz insanlar mahrem alanımıza girdiklerinde mutlu oluyoruz. Yine 50 cm ile 120 cm’lik alan ise iletişim alanı diyoruz. Bir insanla konuşurken onun bize uzaklığı 50 cm ile 120 cm arasında olmalı… 120 cm’nin üzerindeki uzaklığa ise sosyal alan deniyor.
Ask ile depresyon arasındaki fark
Psikoloji biliminde; bazı psikologlar depresyonla aşk yada obsesif-kompülsif bozukluk (okb) ile aşk arasındaki benzer noktaları bulmaya çalışıyorlar.
Depresyon ile aşk arasındaki benzer davranışlar nelermiş?
1- Depresyondaki kişi bir şeyi kara kara düşünür. Aynı şey aşk yaşayan kişi içinde geçerlidir.
2- Depresyon hastaları tek bir nesne veya tek bir kişi üzerine odaklanabiliyor. Aşık olan kişi de saatlerce sevdiğini düşünüyor.
3-Depresyon hastaları saplantılarının mantık dışı olduğunu bilmekle birlikte; bu saplantıdan kurtulamadıklarını itiraf ediyorlar. Aşkın gözü kördür; deriz. Aşık kişilerde mantıksal düşünme yetilerini belli bir süreliğine kaybediyorlar.
4- Depresyondaki kişilerin günlük yaşantılarındaki hareketleri yavaşlar ve azalır. Aşıklar da aynı şekilde ağır çekim yaşamaya başlarlar.
5- Depresyon hastaları genelde yemeden; içmeden kesilirler. Aşıklar da aynı dertten muzdariptirler.
6- Depresyondakiler damardan şarkılar dinlerler. Aşıklar da aynı tarz müzikten hoşlanırlar.
7- Depresif vakaların iş verimi azalır. Aşıklar da çalışamazlar; okul başarıları;iş verimleri anında düşer.
Bu belirtileri çoğaltabiliriz. Depresyonla aşk arasındaki tek fark şuymuş. Aşık olan kişinin beyni mutluluk hormonunu (seratonin) çokça salgılarken depresyondaki kişinin beyni bu hormonu daha az salgılıyormuş. Aradaki fark sadece seratonin hormonu. Aşık bir arkadaşınıza depresyondaymış gibi davranabilirsiniz yani.
Askerlikte zaman algısı
Her insanın zor zamanları olur. Zor zamanlarda kişinin zaman algısı değişiyor. Zor anları sanki hiç bitmeyecekmiş gibi algılıyorsunuz. Neşeli ve mutlu anlar çabuk geçerken kötü zamanlar zor geçiyor.1997 yılında askere gittim. Nizamiyeden girişte 4-5 saat bekledik. Akşam oldu. Bizi alıp bir depoya götürdüler. Elbise verdiler. Ama verilen elbiseler bedenimize göre değildi. Bana büyük boy vermişler; arkadaşa küçük boy… Zar zor giydik. Kepleri taktık. O anda şöyle bir algı gelişti bende: Doğduğumdan beri askerdim ve ölünceye kadarda asker olarak kalacağım. Zaman kavramını yitirdim. Sanki sivil hayatta hiç yaşamamışım gibi geldi. Çevremdeki benim konumumdaki arkadaşlara da sordum. Onlarında durumu aynıydı. Özgürlük kavramını yitirince kendinizi rüzgarın önündeki bir yaprak gibi hissediyorsunuz. Kendi iradenizi başkalarına teslim ediyorsunuz. Yat… yat… kalk… kalk… Ne komut verilirse yerine getiren bir robot gibisiniz yani. Hastalığa yakalanan biri de kendini aynı durumda hissedebiliyor. Ya da iflas eden biri sanıyor ki bu durum hiç değişmeyecek…
Aspava
Üniversiteyi Ankara’da okudum. Aspava denilen bir lokanta vardı. Paramız olduğunda gider orada kendimize ziyafet çekerdik ayda; yılda bir. Aspava’nın anlamını merak etmiştim. Bu ismin “Allah Sıhhat; Para; Afiyet Versin; Amin” kelimelerinin baş harfleri olduğunu söylemişlerdi. Aslında Allah bize her şeyi veriyor da biz kıymetini bilmiyoruz. Örneğin sağlık… Bütün hastalıklar zihinde başlar; bedende yansımalarını bulur. Sadece yansımalarını yok etmeye çalışarak sağlıklı olamazsın. Beden hastalıklı; olumsuz düşüncelerin aynası… “Buna psikosomatik” deniyor bizim literatürde. Yani hastalıların psikolojik sebebi… Kanser hastalıklarının çok büyük bir kısmı psikolojik kökenlidir. Kanser hastaları kendileriyle barışık değildirler. Kendi kendilerini sevip onaylamazlar. Hatta çoğu hasta kendi kendinden nefret eder. Vücut ise bu talimatları yerine getiriyor. Kanser vücuttaki hücrelerin; kendi kendini imha etmesi değil mi? “Kendimi sevmiyorum; kendimden nefret ediyorum”; dediğinizde bilinçaltınıza gönderdiğiniz mesaj şudur; “bu değersiz varlığı yok et”. Kanser hastaları; bu olumsuz düşüncelerini değiştirdiklerinde çok çabuk şifaya ulaşabiliyorlar. Aşırı endişeyle yaşayan birinin böbrek ve karaciğeri sürekli blokaj altındadır. Ve bir süre sonra nur topu gibi bir şeker hastalığı ortaya çıkar
Aşk diye bir şey yok mu?
Aşk acısını yaşayanlar aşkı inkar etme yoluna gidebilirler. Aşk duyguların yoğun yaşandığı bir süreçtir. Aşk beyni değiştirir. Oksitosin ve serotonin ilgi aşamasında açığa çıkan phenethylamine (PEA) ve dopamine kadar beyne heyecan verici değildir; ama daha uzun etkileri vardır ve bizi aşık tutanın kimyasının bir parçasıdır. Bir süre sonra cazibe kimyasalları böyle yüksek seviyelerde tutulamaz. Yeni aşkınızın asimetrilerini fark etmeye başlarsınız ve yoğun mutluluk duygusu ve takıntı kaybolmaya başlar. Sevdiğiniz insanın hatalarını görmeye başlarsınız. Çatışmalar başlar. Bu kimyasallardan kurtulmaya başladığınızda kendinizi dengesiz hissedersiniz. Hatta özlemi daha yüksek yaşarsınız. Düşük keyif kimyasallarıyla ya bağlı olmaya başlayarak; ya da yeni bir yükseliş için başka yerde yeni birini ararsınız. Eşler arasındaki bu bağlanma sağlıklı olursa aşk bitse de kaliteli bir beraberlik yaşanmaya başlanır. En uzun aşkın en fazla iki yıl sürdüğünü ifade ediyor bilim adamları.
Aşkın aşamaları
Aşkın binlerce tanımı yapılır.Bende bu yazıda size aşkın aşamalarından bahsedeceğim.Aşk üç aşamadan oluşuyor. Bu nörologların tespiti...
Birinci aşama; büyülenme aşaması… İlk vurulduğunuz an… Ayaklarınız yerden kesiliyor; başınız dönüyor. “Tamam; bu işte” dediğiniz vakit...
İkinci aşama; adrenalin aşaması… Karşıt cinsi gördüğünüz zaman kalbiniz yerinden fırlayacakmış gibi oluyor. Onu görünce heyecanlanıyorsunuz. Hep onu düşünüyorsunuz. Hayalinizde hep o var.
Üçüncü aşama ise oksitosin aşamasıdır. Bu aşamada dokunmak; fiziksel temas; cinsellik gerçekleşir. Yakın temasın olduğu zamandır. Bu aşamadan sonra aşk yavaş yavaş sönmeye başlar. Ve bir süre sonrada biter. Sizde şaşıp kalırsınız.
Aşka bağlanmak
Neden aşık oluyoruz? Yada neden bir başkasına bağlanıyoruz? Beyinde üretilen önemli bir hormon olan oksitosin bağlanma ve söz verme ile alakalıymış. İşte aşık olduğumuzda; empatik davrandığımızda beynin duygusal merkezleri daha fazla oksitosin salgılıyormuş.
Doğal olarak kadınlarda bir anne bebeğini emzirdiğinde üretilen ve yeni doğan ile anne arasında cinsel olmayan bir sözleşmeyi oluşturan bu kimyasal yüksek seviyede varmış. Genellikle erkeklerde düşük… Evliliği canlı tutan duygusal anlamda bağlanma hissetmelerini kolaylaştıran oksitosin seviyesini beş kez yükseltmesine sebep oluyormuş. Babalar çocuklarını yetiştirmeye yardım etmek için daha fazlasıyla; yapışıp kalıyorlarmış. Oksitosin sadece el sıkışırken ya da sevişirken dokunmayla uyarılabiliyormuş. Şimdi yabancı insanlarla tokalaşmasak mı ne? Yabancı insanlarla tokalaşmasanız da kendi çocuklarınıza dokunun. Bağlılığınız artsın efendim.
Aşk-nefret
Hayatta belki de birbirine bu kadar yakın ve zıt olan başka duygular yoktur. Aşk ve nefret; iç içedir. Bir insanı çok ama çok seversiniz. Belki de hayatınızı uğruna verecek kadar seversiniz. Aşıksınızdır. Gözünüz ondan başka hiçbir şeyi görmüyordur. Tam bu sırada onun sizi aldattığını; kandırdığını anlarsınız. Dünyalar başınıza yıkılır. Bu anda büyü bozulur. Uğruna ölmeyi düşündüğünüz bu insanın canını almak istersiniz. Çünkü aşkınız anında nefrete dönüşmüştür. Beş saat önce sevdiğiniz birinden nefret etmeniz ne kadar trajik ve komik değil mi? Bu iki duygu anında yer değiştirebiliyor.
Aynı anda 5 vakit
Aynı anda farklı vakitleri yaşamak çok ilginç gelir bana. Bir gün ezan okunuyordu. Dikkatimi çekti bu durum. Burada öğle vakti… Ama dünyanın başka bir yerinde sabah… Aynı anda öğle ile sabah; yatsı ile akşam ya da ikindi yaşanıyor. Aynı anda 5 vakit… Zaman ne kadar ilginç bir kavram… Aynı dakikada; aynı salisede yüzlerce vakti yaşıyoruz. Hayatımız bu vakitleri yaşamakla geçiyor. Tasavvuf ehli zamanı aynı anda hem var olma hem de yok olma şeklinde açıklıyorlar. Yaratıcının her şeyi var etmesi ve yok etmesi… Yani bir helikopterin pervanesi gibi… Kanatlardan ve boşluktan oluşuyor. Ama o kadar hızlı dönüyor ki; pervane bir bütünmüş gibi algılanıyor. Var olma ve yok olma peş peşe geldiği için devamlıymış gibi algılanıyor. Bir sabah vakti burada yok olurken başka bir yerde var oluyor.
Ayşe’nin anası
Yaşlı insanlar çocukluklarını sil baştan yaşıyorlarmış gibi ilgi ve alaka beklerler. İsterler ki çocukları; torunları hep kendileri ile ilgilensin. Bu ilgi ve alakayı göremeyince onlara sitem ederler. Oğlanın annesi genellikle oğlunun kayınvalidesiyle ilgilendiğini ama kendisine bakmadığını iddia eder. Kıskançlığın bir başka şeklide budur. “Oğlumun kaynanası var annesini ne edecek”; gibi sözler söyler. Bu tür annelerin çok hoşuna giden bir mesel…
Bir vatandaşımızın annesi ve kayınvalidesi yaşlıymış. Bir gün ikisini de yanına alarak bahçeye hava almaya çıkarmış. Bu yaşlı iki kadının birisini boynuna bindirmiş. Diğerinin ise elinden çekiyormuş; sürüklüyormuş. Görenler sormuşlar adama: “Şu boynunda taşıdığın nene kim? Adam: “Ayşe’nin anası”; demiş. “Pek; elinden tutup çekiştirdiğin bu teyze kim?”
“O mu? O da başımın belası”; demiş.
Babasının oğlu
2010 yılıydı. Bir akşam Avrupa yakasından Anadolu yakasına; Üsküdar’a geçtim. Hava soğuk… Kış gecesi… Kabanıma sarılmış bir şekilde; gelen Kadıköy otobüsüne bindim. Koltuklar boş… Bir koltuğa oturdum ve dışarıyı seyretmeye başladım. Bir mezarlığın yanından geçiyoruz. Gözüm mezar taşlarına ilişti. “Eczacı Fehmi Beyin Oğlu Turan Dalkılıç” yazısını görünce yüreğim cız etti. Mevtayı tanımam; bilmem. Ben neye üzüldüm biliyor musunuz? Zavallı bu dünyada hiçbir iz bırakamamış. Mezarda bile babasının unvanından faydalanıyordu. Hatırladığım kadarı ile 50 yaşlarında ölmüş. “Kendi izini bırakamamak; baban dahi olsa başkasının izinden yürümek; acı olsa gerek… Babasından geride kalan evlada yazıklar olsun. Evlat babasını geçmeli”; diye düşündüm. Mezarda yatıyorsun ama senin adın yok. Mezarda ile babanın gölgesine sığınıyorsun.
Bataklık kurutulur mu?
Yavuz Sultan Selim’in Komutanlarından Canbolat Paşa Kilis’te bir cami yaptırmak ister. Cami için bir yer beğenir ama burası bataklıktır. Bataklığın kurutulması imkansız gibidir. Hocasına sorar.
- Hocam; bu bataklığı nasıl kuruturum?
- Bu bataklığı ancak insanların para hırsı kurutur; der; hocası. Canbolat Paşa bütün itirazlara rağmen buraya caminin yapılacağını söyler. Ama hiç kimse bataklığın kurutulacağını ummamaktadır. Bir gün Canbolat Paşa bir çuval altın getirir. Halkı çağırır. Adamlarına altınları bataklığa saçmalarını söyler. Bir çuval altın bataklığa serpilir. Halka altınları alabilecekleri söylenir. Kovasını alan bataklığa koşar. Birkaç gün içinde bataklığı temizlerler. Canbolat Paşa caminin temellerini atar ve cami yapılır. Belki aylarca sürecek olan bu iş birkaç gün içinde böylelikle yapılmış olur.
Batılı tasvir beyinleri bulandırır
Anlattığımız; konuştuğumuz her şeye dikkat etmemiz gerekiyor. Güzel bir bilgenin güzel bir sözü var. Bilge der ki: “Batılı tasvir etmek safi beyinleri bulandırır”. Yani kötü şeyleri anlatmak; tarif etmek; saf; temiz beyinleri bulandırır. Kötü şeylerin ballandıra ballandıra anlatılması o fiilin daha çok yapılmasına yol açar. Yıllar önceydi. Uğur Dündar TRT’de proğram yapıyordu. Bir gün Uğur Dündar İstanbul’da köprü altında yaşayan ve tiner koklayan çocukları ekrana taşıdı. Şimdi ki bakış açımla bakıyorum da tam bir cinayet imiş o haber proğramı… Çünkü o zamana kadar İstanbul’da tiner koklayan birkaç çocuk vardı. O olayın duyulmasından sonra Anadolu’daki madde kullanmaya meyilli binlerce çocuk; genç bu tineri kullanmayı denedi ve tiner kullanan çocukların sayısında patlama oldu. Şimdi Uğur Dündar’ın yaptığı haberin olumlu bir şey olduğunu söyleyebilir miyiz? Cafcaflı alkol ve sigara reklamları da saf beyinleri bulandırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Bayanlara adres sormayın
Yolunuzu yitirdiğinizde; kaybolduğunuzda yapmanız gereken en güzel şey bilen insanlara sormaktır. Şehirde kaybolmak diye bir şey yoktur. Çünkü yolunuzu kaybettiğinizde birilerine sorarsınız. Ama bir çölde; ormanda; dağda kaybolabilirsiniz? Adres sorarken sakın bir bayana sormayın! Çünkü bayanların yön bulma yetenekleri zayıftır. Yön konusunda erkekler daha yetenekli… Bu bayan ve erkeklerin doğasında var. Bayanlar detaycıdırlar. Genelde evli beylere giyim kuşamda eşlerine tabi olmalarını tavsiye ederim. Bayanların zevkine güvenmek lazım… Ama adres konusunda bayanlardan uzak durmak gerekiyor. Sizi tam ters yöne gönderebilirler.
Bebeğinizi sallamayın
Anne ve babalar uyumakta zorlanan bebeklerini hemen sallayarak uyuturlar. Geleneklerimizde var olduğu için sallamayı önemseriz. Beşiklerimiz vardır. Yada bebeği ayağımızda sallarız. Sallana sallana dengemizi kaybettik efendim. Bebek sallanınca pineal bezi melatonin hormonu salgılıyormuş. Melatonin hormonu uyku veren bir hormon… Otobüse; dolmuşa bindiğimizde sallanıyoruz ve hemen uykumuz geliyor. Çünkü bebekliğimizde sallanmaya alışmışız. Bir konsere gidiyoruz ve orada kavak ağacı gibi sallanıyoruz. Çıkışta kafaları çekip cinayet işliyoruz. Velhasılı kelam sallanmaktan dengemizi kaybettik. Düzenli düşünemiyor ve yaşayamıyoruz. Sevgili anneler babalar bebeğinizi sallamayın. Ayrıca sallanan bebeklerde; beyin zarlarının yırtılması; beyinle kafatası kemikleri arasında veya beynin en son zarı arasındaki askı toplardamarları denilen bölümlerin yırtılması sonucunda kanamalar oluşabiliyormuş.
Ben bunu daha önce de görmüştüm
1989 yılında üniversiteye yeni kayıt yaptırmıştım. Okulun ilk günleri… Erzurumlu Mehmet diye bir arkadaşım vardı. Yurtta oda arkadaşım… Akşam odaya geldiğinde hayretler içindeydi… Başından geçenleri anlatmaya başladı.
- Bu gün özel bir hastaneye; ağabeyimin doktor arkadaşını ziyarete gittim. Daha büroya adımımı atar atmaz şaşkına döndüm. Yahu sanki ben buraya daha önce gelmiş gibiydim. Her şey tanıdık… Masa; koltuk; resim çerçevesi… Her şeyi ikinci defa görmüşüm gibi geldi. Ama kendi hayatımı yokluyorum; ben Ankara’ya hayatımda ilk defa geldim. Ağabeyimin doktor arkadaşı ile ilk defa karşılaşıyorum ama ben burasını daha önce gördüm. Çok t