Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Mutluluk Üzerine Yazılar: Yaşamak Nefes Alıp Vermek Midir?

Oluşturulma tarihi: 18.02.2025 21:56    Güncellendi: 18.02.2025 21:56
Önemsediğimiz; kıymet verdiğimiz her şeye “sanat” demek moda oldu. Kimine göre “konuşmak” bir sanat; kimine göre ise “susmak”... Bazılarımız için de “dinlemek” bir sanat. “Ne sanattır ne değildir” tartışması yapacak değilim. Ama hayatı yaşamanın bir sanat olduğu muhakkak. En azından bana göre. Yoksa yaşam; sadece nefes alıp vermek; habire bir şeylerin peşinden süreklenip gitmek; dalından düşmüş yaprak misali esen rüzgarın yönüne ve şiddetine göre sağa sola savrulup durmak mıdır; yitik umutlarımız; yitirilen sevdalarımız gibi!

Hayat; ası
rlardır şu dünya üzerindeki yatağındaki ince ince kıvrılan bir su misali akıp gidiyor. Bizim değilse hiçbir şeyin umurunda değil; nasıl bir yaşam sürdüğümüz yahut sürmediğimiz. Nazlansak kime ne; kızsak kime ne; hayıflansak kime ne! Geç kalsak yahut erken davransak kime ne! Hayat bizim hayatımızken ve avucumuzun içinden yağmur taneleri misali kayıp giderken bütün bunlar bize değilse; kime ne!

Pek çoğumuz şu kıymetli yaşamı akıntıya kapılmış ve oraya buraya sürüklenip duran yaprak misali dışımızdaki şartların buyruklarına “amade” bir şekilde yaşıyoruz. Kaçımız; zaman denen hazinenin bırakalım dakikalarını yıllarını bile kıymetsiz bir pul misali harcayıp da koyuvermiyoruz bir kenara! Yaşamı bir “sanat” bilinciyle ve özeniyle yaşasaydık “yıllar nasıl da su gibi geçti” kavramı çoktan çıkmış olmaz mıydı dağarcığımızdan!

Ya
şamı günlük olağan akışının o bitip tükenmek bilmeyen “dayatması” dışında kalabilerek; dışımızdaki şartların ve alışkanlıklarımızın ördüğü o görünmez “kalın duvarların” dışına çıkarak yaşamayı başarabilmiş kaç kişi vardır şu dünyada; hiç düşündünüz mü?

Mesela kaç kişi izleleyebilmiştir güneşin doğuşunu; en azından ömründe bir kere olsun; gözlerini dikerek ta uzaklara!

Kaç kişi seyreylemiştir ışıl ışıl parıldayan yıldızları; gecenin zifiri bir karanlığındaşöyle uzanarak yemyeşil çimlere!

Kaç kişi yürümüştür; sabahın ılık esintileriyle kol kola sohbet ederek; serin bir dağ yamacının güneye bakan derin kuytularında!

Kaç kişi bilmediği uzak bir köye gidip tanımadığı bir “insan kardeşinin” evinin önüne çekmiştir arabasını; tanrı misafiri olmuştur hayatında bir; sadece bir kere bile olsa!

Kaç kişi o kölesi olduğu işini ömründe bir kere olsun şöyle olduğu yere olduğu gibi bırakıverip de “haydi çocuklar kalkın; bugün şuraya gidiyoruz; hazırlanın” sürprizinin coşkusunu yaşatabilmiştir; o uğruna yaşadığını söylediği ailesine.

Kaç kişi üç beş kuruş daha az kazanmayı göze alıp da akşam belli bir saatte kilit vurabilmiştir dükkanının kepengine...


Kaç kişi yüksek bir yere çıkıp; yaşama karşı “Ey yaşam; dur; senin akıp gitmene ve bana bir “köle” muamelesi yapmana artık izin vermiyorum” diyerek avazı çıktığınca haykırabilmiştir!


Kaç ki
şi; evet kaç kişi tüketmek üzere üretmeye çalıştığı “nesnelerin” üretiminde çalışırken farkında olmadan “tüketilen bir nesne” haline getirildiğini fark edebilmiştir!

Kaç kişi “gençliğini verme” karşılığında yitirdiği sağlığını geri almak için geçecek bir yaşlılıktan önce bu “sessiz gerçeği” duymaya cesaret edebilmiştir!

Kaç kişi; cambaza bakması istenilip ardında da cebinin boşaltılması misali; belli belirsiz bir “geleceğe” bakması istenirken aslında gerçek sermayesi olan “bugününün” çalınmasına karşı insani bir refleks ve başkaldırı sergileyebilmiştir!

Kaç kişi; tek değer haline getirdiği ve imanının yerine gizlice kutsadığı paranın bir yerden sonra sadece banka kayıtlarındaki rakamların artmasından ve azalmasından başka bir şey olmadığını anlayabilmiştir; haram lokmalarla benzi ve vicdanısararmadan evvel!


Arabası
nın zaten çok genç olan yaşını “iki rakam” daha gençleştirmekle meşgulken “iki lokma” ekmek bulamayanlara gözünü kapadığını; ancak bir güneş kadar açık olan gerçeğe gözlerini kapayanların sadece kendilerine gece yaptıklarını kaç insan anlayabilmiştir!

Kaç kişi “yükselmek” uğruna insafsızca oraya buraya basarken bir ayağıyla da kardeşinin ağzını; burnunu kapadığını ve onu nefessiz bıraktığını; bunun bir yükselme değil aslında en aşağılara doğru bir “alçalma” olduğunu kim; kim fark edebilmiştir!

Kaç kişi kırabilmiştir bu paslıprangaları; kaş kişi atabilmiştir kolundan bu görünmez kelepçeleri.

Kaç kişi diyebilmiştir; "şuan sahip olduklarıma aslında bu kadar bedel ödemeden ve ödetmeden de sahip olabilirdim" diye.

Kaç kişi sorabilmiştir açık yüreklilikle kendine; bütün bu olup bitenlerden sonra “ne kaldı; ne kalacak elimde” diye!


“En az
şeyle en çoğa sahip olunabileceği” tezadına şahit olabilmiş midir; şu akıp giden zamana yenilmiş; ruhu manaya kör olmuş; maddeye ise gözleri fal taşı kesilmiş; bugün geri kalan mahdut ömrünün ilk gününü yaşayan ve adına “insan” denilen meçhul; insanoğlu!

Psk. İzzet Güllü