Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Transseksüellik (Cinsel Kimlik Bozukluğu)

Oluşturulma tarihi: 18.02.2025 21:55    Güncellendi: 18.02.2025 21:55
Cinsel kimlik bozukluğu aslında ilkçağlardan beri tanımlanan bir özelliktir. Ancak; sorunun tanımı ilk kez 1949’da Caldwell tarafından yapılmış ve Benjamin’in yazıları aracılığı ile 1953 ve 1956 yıllarında profesyonel literatürde ilgi çekmeye başlamıştır. Sorunun adı o zamanlar “transseksüellik” olarak geçmekteydi. 1950’li yıllarda bu konuda çok sayıda yayın ve tartışma yapılmasının ardından; 1980 yılında transseksüellik; APA’nın resmi terimleri arasında “Cinsel Kimlik Bozuklukları” başlığı altında cinsel bozuklukların yetişkin formları arasında yer aldı. Bugün cinsel kimlik bozuklukları; cinsel işlev bozuklukları ile genel bir bölüm içerisinde incelenmektedir. Cinsel kimlik bozuklukları ile cinsel bozukluklar arasında önemli farklar vardır.

Sağlıklı cinsel etkinlik kapasitemizi etkileyen sorunlara cinsel işlev bozuklukları denir. Cinsel kimlik bozukluğu ise anatomik cinsiyetlerle ilgi rahatsızlıkların daha çok çocuklukta başladığı bir bozukluktur. Cinsel kimlik bozukluğu yaşayan çocuklar karşı cinsiyetle güçlü ve sürekli bir özdeşim kurarlar. Diğer cinsiyette olma isteğini şiddetle dile getirirler. Erkek çocukları kadınsı giyim kuşamı tercih ederler. Kız çocukları ise erkek giysileri giyme konusunda ısrarcıdırlar. Bu çocuklar oyunlarında sürekli olarak karşı cinsin rollerini benimserler. Diğer cinsiyette olmanın fantezilerini taşırlar. Karşı cinsin oyunlarına ve eğlencelerine katılırlar. Oyun arkadaşlarını özellikle karşı cinsten seçerler. Ergenler ve yetişkinler diğer cinsiyette olma isteklerini ısrarla dile getirirler; kendilerini diğer cinsiyetteymiş gibi gösterirler; onlar gibi yaşamayı ve davranmayı isterler. Kendi cinsiyetlerinden rahatsızlık duyarlar; cinsiyetlerinin gerektirdiği cinsel roller için uygun olmadıklarını düşünürler. Dolayısıyla bu bozukluk; toplumsal ve mesleki alanlarda önemli sıkıntılara yol açar.

Transseksüellik erkeklerde daha çok görülür. Hollanda’da cinsiyet tedavi merkezinde tedavi olan hastalar arasında yapılan yaygınlık tahminlerine göre; her 12 000 erkekte 1 ve her 30 000 kadında 1 transseksüellik yaygınlığı mevcuttur. Kadın transseksüeller anne babaları ile daha yakın ilişkiler kurarlar; cinsel partnerleri ile ilişkileri daha istikrarlıdır. Cinsel yaşamlarında daha doyumludurlar. Erkek transseksüeller ise daha fazla psikolojik sorunlar taşımaktadırlar. Depresyon; kaygı ve sosyal yabancılaşma bu sorunların önde gelenleridir. Bu kişilerin şiddetli kişilik bozuklukları sergiledikleri de görülmüştür.

Bu noktada transseksüellerle eşcinselleri birbirinden ayırmakta fayda vardır. Eşcinseller kendi cinsel kimliklerinden rahatsızlık duymazlar. Lezbiyenler kendi cinsel kimliklerinden gurur duymaktadırlar ve erkek olma düşüncesini korkunç bulmaktadırlar. Transseksüeller ise kendilerini “bir erkek vücuduna hapsedilmiş kadın” ya da “bir kadın vücuduna tutsak olmuş erkek” gibi görürler. Hatta bunların çoğu; eşcinsel kadın ya da erkeklerle herhangi bir temastan ve ilişkiden bile kaçınırlar.

Aslında kişinin neden erkeksi ya da kadınsı bir kimlik duygusu geliştirdiği çok açık değildir. Acaba cinsel kimlik; bebeğin doğumundan önce mi; yoksa kişinin kendi çevresinde karşılaştığı biyolojik ve sosyal etkenlerle mi belirlenir? Transseksüelliğin gelişimine ilişkin açıklamalar çok farklı olsa da; çevresel bakış açısı klinik literatürde daha çok tercih edilmektedir.

Bazı araştırmacılara göre anne; baba ve aile; sorunun gelişiminde önemli rol oynamaktadır. Onlara göre erkek transseksüelliğine temel olan şey; babanın fiziksel ya da psikolojik yokluğudur. Bu ailelerde; çocukla çok yakın bir bağ kuran baskın bir anne vardır. Kadın transseksüellerin ise anneleri depresyona eğilimli kişilerdir. Babalar eşlerine karşı ilgisiz ve uzaktırlar. Bu nedenle kız çocuk; babasının bıraktığı boşluğu erkeksi bir rol oynayarak doldurmaktadır. Diğer erkeksi davranışların baba tarafından pekiştirilmesi ve kadınsılık desteğinden mahrum kalınması da bozukluğun ortaya çıkmasını kolaylaştırır.

Bazı araştırmacılar; erkeklerde kadınsı; kızlarda ise erkeksi davranışların gelişimi için farklı bir model öne sürerler. Bu model; model alma ve pekiştirme gibi öğrenme ilkeleri temeline dayanır. Buna göre; karşı cinsteki ana veya baba oldukça baskındır. Aynı cinsten olan ana veya baba ise ya ortada yoktur ya da son derece etkisizdir. Kız çocuk; aşırı baskın olan babasına özgü davranışları taklit etmeye başlar. Baskın olan baba ve etkisiz olan anne buna karşı çıkmak yerine; çocuğu ödüllendirirler. Erkeksi kız; erkeklerle daha çok vakit geçirmeye başlar. Hem ana babanın hem de arkadaş ilişkilerinin bu yanlışı daha da pekiştirmesi sonucunda; karşı cinsle daha fazla özdeşim kurmaya başlar. Bu sosyalleşme süreci sonunda çocuk; kendi cinsinin üyeleri ile bütünleşmekten tümüyle uzak kalmış olur.

Cinsel kimliğe ilişkin katı çevresel bir bakış açısına sahip olmak doğru olmaz. Cinsel kimlik; çevresel etkenlerden olduğu kadar biyolojik etkenlerden de etkilenir. Araştırmacılar 1970’li yıllarda yaptıkları bir çalışmada; Dominik Cumhuriyeti’ndeki geniş bir ailenin birkaç üyesini incelemişlerdir. Bu kişilerin; erkek fetusta penis ve testis torbasına şekil vermekten sorumlu bir hormon olan dihydrotestosterone’u üretemedikleri anlaşılmıştır. Hormonun yokluğunda çocuklar; çok küçük; klitoris benzeri bir penis ve dudak kıvrımlarına benzeyen bir torba ile kör vajinal bir keseyi içeren dış genital organlarla doğmuşlardır. 24 vakanın 18’i kız gibi yetiştirilmiştir. Ancak; buluğ çağına geldiklerinde her şey değişmiştir. Çocukların “klitorisleri” büyümuş ve bir penis olmuştur. Oysa yeterli hormon olsaydı; rahim içinde tutulacaktı. Testisler ise bir torbanın içine intikal etmiştir. Çocukların sesleri kalınlaşmış ve bedenlerindeki kaslar erkeksi bir görünüm oluşturmuştur. Ergenler yeni gelişen bedenlerine çabucak uyum sağlamışlardır. Artık kendilerini erkek gibi görmüşler ve kadınları çekici bulmaya başlamışlardır. Çocuklar kız gibi yetiştirilmişlerdi; ancak anatomileri değiştiğinde; cinsel kimliklerini hızlı ve oldukça başarılı bir şekilde değiştirebildiler.

Bütün bu çalışmalardan çıkan sonuç; ana babalarla; kardeş ve akranlarla olan çocukluk dönemine ait etkileşimlerle ilgili açıklamaların; biyolojik yaklaşımlı açıklamalarla birlikte ele alınması gerektiğidir. Transseksüelliğin gelişiminde etkili olduğu düşünülen çevresel ve biyolojik temelli açıklamalar ve açıklamalar üzerinde yapılan tartışmalar; cinsel kimlik bozukluğu üzerinde çok daha kapsamlı araştırmalara gerek olduğu gerçeğini göstermektedir.


KAYNAKLAR

Oltmanns; T.F.; Neale; J.M.; Davidson; G.C. (2003). Anormal Davranışlar Psikolojisinde Vak’a Çalışmaları (Çev. Ed. İ. Dağ). Ankara: Türk Psikologlar Derneği Yayınları.


Psk. Emir Emre Doğan