Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

Hiperaktivite ve Dikkat Eksikliği (Hade) Hakkında Amerikan Psikoloji Birliği’ne Mektup

Oluşturulma tarihi: 18.02.2025 21:55    Güncellendi: 18.02.2025 21:55
HADE Hakkında Amerikan Psikoloji Birliği’ne Mektup

On bir Amerikalı psikolog; Amerikan Psikoloji Birliği’nin Hiperaktivite ve Dikkat Eksikliği (HADE) ile ilgili halka yönelik hazırladığı broşürde yer alan bilim dışı psikiyatrik iddialarla ilgili bir mektup yazdılar. Mektup; kendi içinde bir makale niteliği taşıyor ve Amerikan “psikoloji” meslek örgütünün; HADE’yle ilgili sayısız psikolojik araştırma bulgusu ve HADE’yi anlamak ve çözümünü yaratmak adına çok yeterli psikolojik bilgi varken; bilimle uzaktan yakından alakası olmayan bu “psikiyatrik” iddiaları böylesine kullanıyor olmasını eleştiriyor. İbretle okunması gereken bu belgeyi; Türkiyeli psikologların ve kamunun bilgisine sunuyorum.

Çeviren: Üstün Öngel


15 Mayıs 2003

Amerikan Psikoloji Birliği Psikoterapi Bölümü Sorumlusu; Sayın Dr. Rubenstein;
Bu mektubumuz; 17 Mart 2002 tarihli mektubunuza cevaptır. Göndermiş olduğunuz mektup; Dr. Galves’ın 16 Şubat 2002 tarihli mektubuna cevaptı; o mektubunda Dr. Galves; Celltech İlaç Şirketi ile ortaklaşa olarak Amerikan Psikoloji Birliği’nin Psikoterapi Bölümü’nün (Bölüm 29’un) Hiperaktivite ve Dikkat Eksikliği (HADE) ile ilgili yayımladığı broşürlerde yer alan aşağıdaki üç iddiayla ilgili kaygılarını iletmişti:

1. “HADE; genellikle nöro-kimyasal bir rahatsızlık olarak değerlendirilmektedir.”
2. “HADE’li kişilerin çoğu bu rahatsızlıkla doğmaktadır; fakat bu rahatsızlık yetişkinliğe kadar farkedilmeyebilir.”
3. “HADE’ye yetersiz ebeveynlik; olumsuz aile ortamı; yetersiz eğitim veya yetersiz beslenme neden olmamaktadır.”

Dr. Galves’ın bu iddialara temel itirazı; bu görüşleri destekleyecek hiçbir bilimsel kanıtın bulunmamasıydı.

Dr. Galves’a yazdığınız mektubunuza Dr. Robert J. Resnick ve Dr. Kalman Heller tarafından sağlanan bilgi ve referansları eklemişsiniz. Okumakta olduğunuz bu mektubun altında imzası bulunan; Amerikan Psikoloji Birliği Üyesi 11 psikolog olarak; göndermiş olduğunuz bilgileri ve referansları inceledik ve yukarıdaki iddiaların hâlâ bilimsel kanıtlara dayanmadığını görüyoruz. Size; aşağıda; iletmiş olduğunuz bilgi ve referansların; başka ilave bilgi ve referanslarla birlikte; analizini sunuyoruz:

“HADE genellikle nöro-kimyasal bir rahatsızlık olarak değerlendirilmektedir.”

HADE’nin genellikle popüler bir görüş olarak “nöro-kimyasal rahatsızlık” olduğu düşünülmesine rağmen; bu iddiayı destekleyecek hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Sizin atıfta bulunduğunuz (ki kendi içinde tutarsız olan) bilimsel kanıt; temelde; HADE teşhisi konmuş kişilerin biyo-kimyalarının ve beyin fizyolojilerinin; teşhis konulmamış kişilerinkinden farklı olduğunu iddia etmektedir.(Goldstein ve Goldstein; 1998; Barkley; 1990; Ross ve Ross; 1982). Ancak; mektubunuzdaki iddianız; bu biyolojik dinamiklerin HADE’ye sebep olduğu yönündedir. Başka bir yerde şunu da söylüyorsunuz: “bugüne kadar elde ettiğimiz kanıtlar biyolojik bir sebebi akla getirmektedir.” Atıfta bulunduğunuz bu araştırmaları tek tek incelediğimizde; bu iddiaların hiçbirinin desteklenmediğini görüyoruz.

Bu araştırmalar üzerinde yaptığımız dikkatli incelemeden çıkarabildiğimiz tek kanıt; biyolojik dinamiklerle HADE arasında bir korelasyon olduğudur. Bu kanıt tamamen korelasyonel olduğu için; ve beyin; yaşayan ve içinde bulunduğu ortama karmaşık nöro-kimyasal ve diğer nöro-işlevsel değişimlerle sürekli karşılık vererek işleyen bir organ olduğundan; olasılıkla (hatta çok büyük bir olasılıkla) biyolojik dinamikler; teşhis konulmuş kişilerin duygularının; düşüncelerinin; amaçlarının ve davranışlarının etkileşiminin bir sonucudur. Lütfen aşağıdaki araştırma sonuçlarını bu perspektif bağlamında değerlendiriniz:

- UCLA’dan Jeffrey Schwartz ve diğerleri (1996); takıntılı-tutkunluk (obsessive-compulsive) rahatsızlığı olan bir grup insanın beyinlerinde “anormalliklerin” bulunduğunu tespit etmişlerdir. Bu grubun yarısı ilaç tedavisi; yarısı ise bilişsel-davranışsal “konuşma terapisi” almıştır. Her iki grupta da ilerleme kaydedilmiş ve Schwartz her iki gruptaki insanların beyinlerini kontrol ettiğinde; beyinlerinin aynı şekilde değiştiğini bulmuştur. Görünen o ki; bilişsel-davranışçı terapi; beyin fizyolojisi üzerinde biyolojik tedaviyle aynı etkiyi yapmıştır.
- Mark Rozenweig ve diğerleri (1972); zengin bir ortamda büyüyen maymunların beyinlerinde; daha fakirleştirilmiş bir ortamda büyüyenlere oranla daha fazla sayıda nöron ve daha kompleks nöronlararası bağlantı olduğunu bulmuşlardır.
- Franz Alexander (1984); ebeveynin desteğinden; tasdikleyici tavrından ve yeterli zaman ayırmasından yoksun olarak büyüyen kişilerin; daha doyurucu ortamlarda büyüyenlere kıyasla; aşırı tiroid salgısı rahatsızlığına yakalandıklarını bulmuştur.
- James Pennebaker (2000); yaşadıkları travmaları ve korkularını; ilişkilerini ve arzularını yazmaları istenen öğrencilerin; daha az duygu yüklü başlıklar hakkında yazan öğrencilerden daha güçlü bir bağışıklık sistemine sahip olduklarını ve daha sağlıklı olduklarını bulmuştur.
- Çalışmalar depresyona yatkınlıkla aşağıda sıralanan psikolojik değişkenler arasında bir bağlantı olduğunu göstermektedir:
o Küçük bir yaşta travmaya maruz kalmak (Kramer 1993);
o Önemli bir ilişkiye çok ihtiyaç duymak ve/veya böyle bir ilişkinin kaybı (Johnson ve Roberts; 1995);
o Derin düşünme (uzun uzadıya düşünme) biçiminde bir düşünüş tarzını kullanmak (Lehmicke ve Hicks; 1995);
o Özsaygının düşük; stresin yüksek olması (Kreger; 1995);
o Hayatındaki önemli değişkenler üzerindeki kontrolü kaybetmiş olmak (Jensen; Cordello ve Baun; 1996);
o Esnek değil katı bir atfetme stiline sahip olma (Seligman; 1975);
o Özyıkım kişilik ölçeğinde yüksek puan almış olmak (McCutcheon; 1995).
- Cornell araştırmacılarının yakın tarihli bir çalışması; iki haftalık sorun giderici okuma eğitiminin disleksik öğrencilerin beyin fizyolojilerini belirgin bir şekilde değiştirdiğini bulmuştur (Rappaport; 2003).
- Seattle psikiyatristi Arif Khan’ın (Khan ve diğerleri; 2002) kısa zaman önce yaptığı bir çalışmada; plasebo (boş ilaç) ve antidepresanların etki bakımından aslında büyük oranda örtüştüklerini; bu ilaçların orijinal FDA denemelerine dayanarak göstermiştir (FDA: Gıda ve İlaç Dairesi; bir ilacın piyasa sürülmesi onayını veren devlet kurumu). Leuchter ve birlikte çalıştığı UCLA araştırmacıları (Leuchter ve diğerleri; 2002); bu plasebo etkilerinin beyin fonksiyonunda farkedilir değişikliklere neden olabileceğini bulmuşlardır. Benzeri çalışmalar HADE denekleriyle yapılmamıştır;daha önceden uyarıcı ilaç tedavisi sonucu kalıcı ya da geçici beyin değişiklikleri yaşayan kişiler de hep HADE araştırması dışında tutulmuştur; ya da kontrol grubu olarak bile bu araştırmalara dahil edilmemiştir(Leo ve Cohen; 2002).
- Baumeister ve Hawkins (2001); beyinde HADE ile ilişkili nöroanatomik bölge veya bölgelerin varlığını kanıtlamak için; PET; tekil pozitron tarama; MRI; ve elektrofizyolojik ölçümleme gibi yapısal ve işlevsel nöro-görüntüleme tekniklerini kullanmış araştırmaların kapsamlı bir incelemesini (taramasını) yapmışlardır. Bu araştırmacılar; günümüzde uzmanlar arasında; HADE’nin beynin yapısal ve/veya işlevsel anormalliğinden kaynaklandığına dair yaygın bir kabul olduğu tespitini yaptıktan sonra; kendi kapsamlı incelemelerinin bu yaygın kanıyı doğrulamadığını vurguluyorlar: “Araştırmamız; nöro-görüntüleme literatüründe; HADE’li kişilerin beyinlerinde anormalliğin varlığına dair ikna edici hiçbir kanıt olmadığını göstermiştir.” (s. 7-8)
Yukarıdaki kanıtlarla sizin iddialarınız çelişki içindedir. Önümüzdeki bilgiyi incelediğimizde sizin ulaştığınızdan çok farklı sonuçlara ulaşıyoruz; sizin HADE’yle ilişkili olduğunu düşündüğünüz beyindeki biyolojik dinamikler; nöro-gelişimsel açıdan hasar görmüş; hastalıklı veya işlevselliğini yitirmiş beynin bir sonucu değil de; psikolojik ve çevresel faktörlerin bir sonucu olarak görülse daha isabetli olacaktır.

Bu bağlamda; zihin-beden dinamiğiyle ilgili en kapsamlı araştırılmış konu; insanın stres karşısında verdiği tepkidir. Bu; tehdit algılamasıyla ve tehdidin gerçek olduğu ve başedilmesi gerektiği düşüncesiyle oluşan sahici; karmaşık; biyokimyasal ve fizyolojik dinamiktir. İnsanın strese verdiği karşılığın psikolojik değişkenleri; fizyolojik değişkenlerden daha önce ortaya çıkarlar ve iddia edilenin aksine fizyolojik değişkenleri meydana getirirler (Everly; 1989; Selye; 1974).

HADE’yi “biyolojik sebebi olan nöro-kimyasal bir bozukluk” olarak nitelendirmek; HADE’nin çocuğun nasıl düşündüğüyle; hissettiğiyle; tepki verdiğiyle; niyetlendiğiyle; algıladığıyla; uyum sağladığıyla; ve karşılık verdiğiyle hiçbir ilgisi olmadığı anlamını taşır. Böyle bir bakış; aynı zamanda; çocuğun veya çocuğun yakın çevresindekilerin; çocuğun davranışları üzerinde hiçbir kontrolünün olmadığını ve çocuğun bu davranışlarının yaşadığı dünyayı anlamlandırmak adına hiçbir önemi olmadığını da ima etmektedir. Bu bakış; her gün çocuklarla ve ailelerle çalışan uzmanlar olarak vurgulamak isteriz ki; temelden çok hatalıdır.

“HADE’li çoğu kişi bu rahatsızlıkla doğmaktadır ama buna rağmen bu rahatsızlık yetişkinliğe kadar farkedilmeyebilir.”

Burada öne sürülen; HADE’nin genetik bir bozukluk olduğudur. Belli bir grup araştırma; bu rahatsızlığın temelde genetik faktörlerden kaynaklandığını gösterebileceğini iddia etmektedir. Bu türden birçok araştırma tek yumurta ve çift yumurta ikizleri arasındaki rahatsızlık oranlarının korelasyonlarının karşılaştırılmasıyla oluşmuştur. Bu araştırmaların hemen hepsi tek yumurta ikizlerinde; çift yumurta ikizlerine oranla belirgin bir şekilde daha yüksek korelasyon bulmuştur (Goodman ve Stevenson; 1989; Pauls; 1991; Biederman ve diğerleri; 1992; Gillis ve diğerleri; 1992; Edelbrock ve diğerleri; 1995; Sherman ve diğerleri; 1997). Ancak; bu türden araştırmalar aşağıda sıralayacağımız ciddi defolarla doludur:
Bu araştırmaların tümü; tek yumurta ikizlerinin; çift yumurta ikizlerininkine eşdeğer ortamlarda büyütülmüş oldukları varsayımına dayanmaktadır. Bu varsayım hatalıdır. Tıpkı Jay Joseph’in (2003) açıkladığı gibi:

Tek yumurta ikizleri diğer ikiz kardeşlere oranla birlikte daha çok zaman geçirirler ve daha sıklıkla benzer giyinirler; birlikte ders çalışırlar; aynı yakın arkadaşları vardır ve sosyal olaylara beraber katılırlar. James Shields; okul çağındaki normal ikizlerle yaptığı 1954 tarihli çalışmasında şunu belirtmektedir: Tek yumurta ikizlerinin %47’sinde “çok yakın bağlılık” bulunmaktadır; ki bu oran çift yumurta ikizlerinde %15’e düşmektedir. Kringlen’in (1967) araştırmasına göre ise; tek yumurta ikizlerinin %91’i “çocuklukta kimlik bunalımı” yaşamışlardır; bu oran çift yumurta ikizleri için %10’dur. Kringlen; tek yumurta ikizlerinin “iki damla su kadar birbirine benzer” (%76’ya karşılık %0); “tek bir kişi olarak büyütülmüşler” (%72’ye karşılık %19); ve “birbirlerinden koparılamazlar”(%73’e karşılık %19) olarak görüldüklerini de bulmuştur. Tek yumurta ikizlerinin %65’inin “son derece güçlü” yakınlık duygusu yaşadığı bulunmuşken; bu oran çift yumurta ikizleri için %19 olmaktadır.
Eşit ortam varsayımı geçerli olmadığından; tek yumurta ikizleri arasındaki korelasyonların ortamsal faktörlere bağlı olması; genetik faktörlere bağlı olması kadar olasıdır.
Davranış üzerindeki genetik etkiyle ilgili bulgular; genlerin protein sentezini yönetmesi ve protein sentezinin de stres; travma ve ebeveyn ilgisi eksikligi gibi ortamsal faktörlerden etkilenmesiyle; karmakarışık hale gelmektedir(Hubbard & Wald; 1993). Genlerin davranışlarda kendini gösterme süreci popüler yayınlarda anlatılan hikâyelerden çok daha karmaşıktır (Commoner; 2002). Genlerin kişinin davranış örüntüsünü etkilemesi sürecinin kendisi de ortamsal faktörlerden alabildiğine etkilenmektedir.

Herhangi bir kişilik özelliğinin genetik etiyolojisinin bilimsel olarak gösterilmesi için; içerilen genetik mekanizmanın tam kesinlikle saptanması gerekir. Ross ve Ross’un (1982) işaret ettiği gibi:

Genetik mekanizmayı tam bir kesinlikle tanımlayabilecek çalışmalar; insanlarla ancak olağanüstü koşullarda yapılabilecek “tecrit” çalışmalarıdır ve HADE hakkında konuştuğumuzda; HADE’yle ilişkili genetik belirleyicinin saptanmasını gerektiren bağlantısal çalışmalardır... ve bunlar olanaklı olmakla birlikte; halihazırda elimizde hiçbir kanıt bulunmamaktadır.”(p.73;74)

Bu defolar; HADE’nin genetik etiyolojisine dair araştırmaların geçerliliğinden şüphelenmemize yol açmaktadır. Tüm bu işi bozan diğer güçlü faktörleri ve engelleri gözardı etsek bile; HADE’deki genetik faktörlerle ilgili yapılan araştırmalar ancak tablonun %50’sini açıklayabiliyor. Bu durumda; HADE’nin doğuştan itibaren mevcut olduğunu deklare etmek için yeterli bir zemin de yok demektir.

Genetik etiyolojiyi öne çıkarmak üzere ikinci bir yaklaşım ise; bebeğin mizacı (Thomas ve Chess;1977) ile daha ilerki yaşlardaki HADE teşhisi arasındaki korelasyonu bulmakla ilgili. Bazı kuramcılar; bebeklikte görülen hareketlilik düzeyi; uyarıcılara cevap verme eşiği; tepki yoğunluğu; dikkat bölünmesi; ve dikkat süresi gibi mizaç unsurlarının ve bu unsurların sürekliliğinin; ilerki dönemlerde ortaya çıkan HADE gibi davranışsal rahatsızlıklarla ilişkili olabileceğini öne sürdüler. Thomas ve Chess (1977); örneğin; şunu vurguladılar: “Mizaçla ilgili unsurlar çocuklukta davranış bozukluklarının oluşumunda manidar bir role sahiptir.” [vurgu bize ait] Fakat; aynı araştırmacılar; cümlelerini şöyle tamamlamaktalar: “Hiçbir zaman belirli bir mizaç örüntüsü; davranış bozukluğuna yol açmaz. [vurgu bize ait] Sapkın gelişim; her zaman çocuğun bireysel özellikleriyle çevrenin belirgin unsurları arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkar.” (s. 40). Tam da bu konuda yapılmış ayrıntılı bir araştırmanın sonuçları da bunu desteklemektedir: “ev ortamının sunduklarının (gelişimsel ihtiyaçların karşılanmasının; ilk zamanlardan başlayarak sürdürülen öğrenme faaliyetlerinin; ebeveyn-çocuk ilişkisinin) [vurgu bize ait]; ailede mevcut olan hiperaktivitenin ve çocuğun erken yaşta yaşadığı kronik bir hastalığın yarattığı etkilerin yanında; aileden gelen yapısal özelliklerin; doğum öncesi ve doğum anında oluşan etkilerin lafı bile olmaz.” (Lambert ve Hartsough; 1984).
HADE’yle ilgili genetik etiyolojiyi öne süren üçüncü bir yaklaşım ise; HADE ve diğer psikiyatrik rahatsızlık teşhisi konmuş çocukların akrabalarında da benzer rahatsızlıkların görülme sıklığıyla; HADE teşhis edilmemiş çocukların akrabalarında bu tür rahatsızlıklar görülme sıklığını karşılaştırıyor (Safer; 1973; Biederman ve diğerleri; 1986; Pauls; 1991). Bu araştırmaların hatası; sayısız çevre etkisinin bu rahatsızlıkların bir nesilden diğerine aktarılmasında önemli rol oynayacağına hiç bakmamış olması ve bu faktörleri; bir bilimsel araştırmanın olmazsa olmaz koşulu olmasına karşın; kontrol etmemiş olmamasıdır. Oysa ebeveyn-çocuk arasındaki “bağlanma” dinamikleri ve travma hakkında yapılmış araştırmalar; ilk aylardaki ebeveyn-çocuk ilişkisinin akıl sağlığı üzerinde ne büyük etkisi olduğunu göstermiştir (Holmes; 1995; Bretherton; 1995; Crittenden; 1995; Lewis; Amini & Lannon; 2000; Herman; 2000; van der Kolk; McFarlane & Weisath; 1996). Fakat az önce değindiğimiz genetik etiyolojiyi iddia eden üçüncü yaklaşımın ürünü araştırmalar; akrabalarda bu tür rahatsızlıkların olup olmadığına bakarken ve sadece buna dayanarak genetik etiyolojiyi öne sürerken; aile içinde ne olup bittiğine dair bu çok önemli faktörlere hiç bakmamıştır.

Bilimsel araştırmalar ve sağduyu; genetik mirasın; mizaca ve dolayısıyla HADE’ye özgü davranışlara bir miktar etkisi olduğunu gösteriyor. Fakat; araştırma sonuçları genetik etkinin ana etki olmadığını da gösteriyor. Lewis; Amini ve Lannon (2000) adlı üç psikiyatristin vurguladığı üzere:

Genetik bilgi; beynin temel makro ve mikro anatomisini verir bize. Sonrasında; deneyim; alternatifleri ayıklar ve davranışa dönüştürür. Birçok alternatiften birkaçı; birkaç alternatiften biri... Genler duyguların bazı boyutlarını oluşturmakta etkili gibi görünürken; deneyim; genlerin harekete geçmesi veya geçmemesi için merkezi bir role sahiptir. DNA kaderimiz değildir; genetik piyango iskambil oyununda size dağıtılmış kartlar gibidir; bu kartlarla nasıl oynayacağınızı deneyiminizle oluşturursunuz. Çocuklar; nasıl ki kendi oyuncakları mağazadan alınıp eve getirildiğinde uzun uğraşlar sonunda “monte edilir” ve hazır hale getirilir; aynen böyle bir desteğe ihtiyaç duyarlar gelişmek için. Bir çocuğun beyni; limbik iletişimin bezediği etkiler koordine edilmediği takdirde normal gelişim gösteremez. Bebekler ve ebeveynler arasındaki bebek diliyle oluşan iletişim; sarılmalar; sallamalar; birbirlerinin yüzlerine neşeyle bakmalar; aptalca değilse de çok safiyane ve anlamsız görünebilir; bunların çocuğun yaşamını nasıl şekillendirdiği hiç düşünülmez. Fakat işte tam da o ilk karşılaşma anından itibaren; ebeveynler bebeğin nöro-gelişimsel sürecini yönlendiriyorlardır. Çocuğun ilk yıllarında; ebeveynler; çocuğun miras aldığı duygusal beynini; benliğin nörolojik çekirdeğine dönüştürüyorlar. (s. 149-153).

Bu araştırmaların dengeli bir incelemesinden çıkan sonuç; HADE’nin doğuştan gelen bir şey olduğuna dair hiçbir bilimsel kanıt olmadığıdır ve genetik faktörlerin HADE’ye özgü davranışlar üzerinde eğer bir etkisi varsa; bunun çok küçük bir etki olduğudur.
“HADE; yetersiz ebeveynlik; olumsuz aile ortamı; yetersiz öğretmenlik veya yetersiz beslenme yüzünden oluşmaz.”

İşin aslına bakıldığında; HADE’nin yetersiz ebeveynlikle; olumsuz aile ortamıyla ve baskıcı ve insanlıktan uzak okul ve mahalle yaşamıyla belirgin bir şekilde ilişkili olduğunu gösteren sayısız bilimsel araştırma vardır. Araştırmacılar HADE’ye özgü davranışlar ile aşağıda sıralanan ebeveyn özellikleri ve aile koşulları arasında ilişki olduğunu bulmuşlardır:
- Ailenin düzensizliği; çocuğa başarı için yapılan baskıda farklılıklar; erken öğrenme için yönlendirmeler; disiplin yöntemleri; çocuğun okul yaşamına gösterilen ilgi; ebeveynin çocuğun eğitim hayatıyla ilgili yeterliliklerini olumsuz ve karamsar algılaması ve buna bağlı olarak çocuktan beklentilerin azalması ve çocuğun öğrenme faaliyetlerine eşlik etme arzusunun azalması (Lambert ve Hartsough; 1984).
- Ebeveynlerin kendilerini tehdit altında ve yetersiz hissetmesi; ebeveynlerin çocuklarına karşı sürekli reddedici bir tavır içinde olması; ebeveynlerin ekstra sorunlar yarattıkları için çocuklarını suçlaması (Lambert; 1982).
- Annelerin çocuklarını eleştirmeleri ve ebeveynlik yaklaşımlarında genel bir marazilik olması (Goodman and Stevenson; 1989).
- Babaların aşırı eleştirel ve yıkıcı tutumları; ve ebeveynlik yaklaşımlarının tutarsız; istikrarsız; sabırsız ve baskıcı olması; annelerin ise duygusal sorunlar yaşıyor olması (Thomas ve Chess; 1977).
- Annenin hamilelikle ilgili kaygılarının yüksek olması (Sameroff ve Chandler; 1975).
- Annelerin olumsuz yaklaşımları ve emir verici tavrı; ebeveynlerin depresyonda olması; alkolik olması; anti-sosyal davranışlar içinde olması ve öğrenme güçlüğü çekiyor olması; çocukların olumlu iletişim girişimlerine annelerin karşılık vermiyor olması (Barkley; 1990).
- Olumsuz; eleştirel ve buyurgan çocuk yetiştirme biçimi (Campbell; 1990).
- Ebeveynlerin stres içinde olmaları; karı-koca ilişkilerinin saldırganlık ve uyumsuzluk yüklü olması (Cameron; 1977).
- Çatışmalı durumlarda aile içinde kızgınlığın yüksek oluşu; ilişkilerin kopuk oluşu; okulla ilgili konularda ve çocukların nasıl yetiştirileceği hakkında sürekli çatışma yaşanması; çocukların ergenlik dönemlerindeki bağımsızlık çabalarına karşı ebeveynlerin katı tutumla yaklaşmaları; çocukların hatalı davranışlarını ebeveynlerin kötü niyetli davranışlar olarak yorumlaması (Robin; Kraus; Koepke ve Robin; 1987).
- Çocukları yetiştirirken ebeveynlerin saldırganca davranmaları; tutarsız hareketleri; ya hiç aldırmaz ya çok müdahaleci davranmaları (Patterson; 1982).
- Bebek-anne ilişkisinin uyumsuz olması (Battle ve Lacy; 1972).
- Ebeveynlikle ilgili yüksek stres deneyimi ve düşük öz-saygı duygusu (Goldstein ve Goldstein; 1990).
- Çocuklarını ilk bebeklik döneminden itibaren sürekli eleştiren; ilgi göstermeyen ebeveynlerin; çocuklar ilkokul çağına geldiğinde itaatsizliği çok ağır cezalandırması; sürekli çocuğu eleştirmesi; ve çocuğun zekâsını düşük değerlendirmesi (Ross ve Ross; 1982).
Tüm bunların yanı sıra; atıfta bulunduğunuz araştırmacılar ve yayınlar; çocuğun küçüklüğünden itibaren aile içi deneyimlerinin HADE’ye özgü davranışların oluşmasında ne kadar etkili olduğunu gösteren iki çok zengin araştırma alanını görmezden gelmiştir:

Bağlanma ve örselenme (travma).

Bağlanma olgusuyla ilgili araştırma yapan araştırmacılar; daha çocuk birkaç aylıkken anne (ve baba) ile çocuk arasındaki ilişkinin kalitesiyle ve çocuk bir yaşındayken bağlanmanın kalitesiyle (güvenli; düzensiz veya kayıtsız); çocuğun ilk ve ortaokul döneminde; okul başarısı; sosyalleşme düzeyi; kaygı düzeyi; ve genel sağlık durumu arasında belirgin ilişkiler bulmuşlardır (Goldberg; Muir ve Kerr; 1995). J. Holmes’un (1995) vurguladığı üzere: “Bağlanma araştırmaları; okul çağındaki çocuğun güvenlikte olma duygusunun; ilk aylardan itibaren ebeveynleriyle yaşadığı tutarlılık; uyum ve olumlu ilişkiden çok yüksek düzeyde etkilendiğini göstermiştir.” Bu durumda; HADE teşhisi için sıralanan davranışlar; kendini güvende hissetmeyen çocuğun stresli ortama karşı gösterdiği normal ve anlaşılır bir tepki olarak görülebilir.

Örselenme hakkında araştırmalar yapmış araştırmacılar da; ilk yaşlarda yaşanan örselenmenin; kurbanların duygularını yönetmelerine ve stres ve engellenme yüklü durumlara karşı etkili ve uygun tepki vermelerine dair becerileri üzerinde çok büyük etkisi olduğunu bulmuşlar (van der Kolk; McFarlane & Weisaeth; 1996; Herman; 2000). Örselenme kurbanları; tehdit edici ve olumsuz bir ortamda kolaylıkla aktive olma ve dürtüsellikle yüklü tepki verme eğilimi gösteriyorlar; veya kendilerini dışa kapatıp; kendi iç dünyalarına dönerek kendilerini koruyorlar. Bu iki davranış grubu da aynen HADE’yi teşhis ederken kullanılan davranışlar. Örselenme deneyimlerinin böyle bir etki yaratması için ölümcül düzeyde olması da gerekmiyor ayrıca. Sevgi eksikliği; destek-teşvik-iletişim eksikliği de çocuk cephesinde yaşamı tehdit eder deneyimler olabiliyor.

Deutsch ve diğerleri (1982) evlat edinilen çocukların öz-evlatlara kıyasla daha sık HADE teşhisine maruz kaldıklarını bulmuşlardır. Bu; evlat edinilen çocukların annelerinden koparılmış olmaya bağlı olarak örselenme yaşamış olmaları gerçeği karşısında anlaşılır bir durumdur.

Sizin; erken çocukluk deneyimleri ve HADE’yi teşhis ederken kullanılan davranışlarla ilişkili olduğu bilinen bağlanma ve örselenme olgusu hakkında önümüzde duran bu iki zengin araştırma birikimini yok sayışınız; Dr. Galves’a cevabınızda atıfta bulunduğunuz birtakım araştırmaların da temel zaafını oluşturuyor.

Üstelik alıntı yaptığınız broşür taslağı; “yetersiz eğitimin” HADE üzerindeki etkisini de inkâr ediyor. ‘Yetersiz eğitimin’ HADE’nin artış göstermesinde tek suçlu olmadığı düşünülebilir; fakat tipik bir devlet okulundaki insanlıktan uzak; baskıcı ve tam anlamıyla karanlık ortamın HADE üzerinde birinci derecede etken olduğu inkâr edilemez. Mevcut eğitim programları; öğrencileri edilgen kılan tekrara dayalı sıkıcı egzersizler; tek tip ve standart kılınmış yöntemlerle yüklüdür ve aktif öğrenme için ya hiç ya da çok az fırsat tanımaktadır. Nadiren çocuğa ne öğrenmek istediği ve bunu hangi yolla öğrenmek istediği sorulur. Çocuklar fevkalade daraltılmış bir değerler sistemi içinde; diğer zekâ unsurları feda edilerek sadece matematiksel ve dilsel zekânın öne çıkarıldığı bir eğitim anlayışıyla karşı karşıyadır; müziksel; uzamsal; mekanik; kinestetik; ilişkisel; ve duygusal zekâ bu sistemde feda edilmiştir. Çocuklar sıkılırlarsa; engellenme duygusuyla dolu olurlarsa; ve bu durumdan şikayet ederlerse; ya çenelerini kapamaları söylenir ya da müdürün odasına yollanırlar. Daha kötüsü; bir özel eğitim teşhis kategorisi olan HADE’yle etiketlenebilirler ve hiç elverişli olmayan sınıflara yerleştirilebilirler. Bu gibi durumlarda; “problem” ve “anormalite” olarak çocuklar etiketlenmiş olur; onlara doğru dürüst hizmet sunamayan sistem değil.

Birçok bilim insanı; tipik bir okulun; çocukların bağımsız; kendine has; ve yaratıcı varlıklar olma arzusunu teşvik etmeyerek çocukları yaraladığını ifade etmişlerdir (Leonard; 1968; Holt; 2000; Gatto; 2001). Diğer bazı araştırmacılar da; HADE teşhisinin böylesi tipik özellikler taşıyan bir sınıf ortamındaki gözlemlere dayanarak konduğunu; oysa bu çocukların daha olumlu özellikler taşıyan ortamlarda aynı davranışları göstermediklerine dikkat çekmişlerdir. Dolayısıyla; Alfie Kohn (2000) bizlerin çocuğa mı yoksa eğitim ortamına mı teşhis koyuyor olduğumuzu sorgulamıştır. Willerman ise 1973’te şöyle sormuştur: “Yüksek hareketlilik düzeyini ve bir insanın ilgisini çekmeyen bir şeye ilgi göstermesi için zorladığımızda verdiği tepkiyi bozukluk olarak tanımlamalı mıyız?”
Hatta sizin cevabınızda atıfta bulunduğunuz araştırmacılar bile okul ortamının HADE üzerinde etkisi olduğuna dair kanıtlar sunmuşlardır:

• Dikkat eksikliği en çok; çocuğun sıkıcı; ve tekrara dayalı; tamamlanması halinde hiçbir anlık sonuç yaratmayan faaliyetlere ilgi göstermesi istenen ortamlarda görülmektedir (Barkley; 1990).
• Faaliyette başarısızlık; veya beklenen ödülün veya teşvik edici sözlerin aniden azalması çocuğun davranışlarına da ciddi düzeyde yansır (Barkley; 1990).
• Okul öncesi çağda hiperaktif çocuklar; bir masa etrafında oturup anlatılanları dinlemek ve eğitim almak durumunda kaldıklarında; diğer çocuklara kıyasla belirgin bir şekilde kıpır kıpır olmaya; konuya odaklanmakta zorlanmaya başlıyorlar; oysa serbest oyun zamanlarında diğer çocuklardan hiçbir şekilde ayırt edilmeleri mümkün olmuyor (Ross & Ross; 1982).
• Hiperaktivitenin başlangıcı okula başlama dönemine denk geliyor (Ross & Ross; 1982).
• Hiperaktif çocuklar bir faaliyeti kendi belirledikleri hızda yaptıklarında sorun olmuyor; başkası tarafından belirlenen hızda yaptıklarında sorunlar başlıyor (Ross & Ross; 1982).
• Hiperaktif çocuklar; bilhassa ergenlik döneminde; dersler zorlaştığında; onlardan çok şey talep edilmeye ve başarı çok önemli bir hedef olmaya başladığında; okulda zorlanmaya başlıyorlar – bu sorun yetişkin hayata geçişte ve kendi istedikleri bir işte çalışmaya ve dolayısıyla başarılı olduklarında kaybolmakta.
Bu durumda; belli özelliklerle yüklü bir grup çocuğu –sadece biz öyle düşündüğümüz için günün sonunda “akıl hastası” (HADE) olduklarını söyleyeceğimiz bir grup çocuğu- bu noktaya getiren hoşgörüsüz ve tahripkâr bir eğitim ortamını mı teşhis ediyoruz; yoksa sadece çocuğu mu?
Bir çocuğun; gerçek ihtiyaçlarına denk düşmeyen veya o dönemde daha önemli olduğuna inandığı başka bir şeyden uzaklaştıran bir şeye ilgi göstermesi için zorlanmaya karşı direnç göstermesinin birçok nedeni olabilir:
- Kafasını meşgul eden derin kaygıları olabilir ve dolayısıyla zihninde başka bir şeye yer olmayabilir:
Günün birinde sırtımı yaslayabileceğim ve birlikte olduğumda kendimi güvende hissedebileceğim arkadaşlarım olacak mı?
Annemi ve babamı daha mutlu kılmak için ve dolayısıyla benimle daha iyi ilgilenmeleri için yapabileceğim herhangi bir şey var mı?
Diğer çocuklar hiç zorlanmazken neden ben belli bir işi yaparken bu kadar zorluk çekiyorum?
- Takdir görmeyen bir dürtüyü ve beceriyi edime dönüştürmek için güçlü bir arzu duyuyor olabilir. Picasso on yaşındayken; öğretmenleri; Picasso’nun tek istediği şey resim yapmak olduğu için; kaygılanıyorlardı.
Psikoloji mesleğini icra edenlere baktığımızda; böylesi bir bireysel kriz yaşayan çocuğu anlamak ve bu durumu; çocuğa özel; yeni bir öğrenme fırsatı olarak kullanmak yerine –okumayla; yazmayla; matematikle ilgili becerilerini nasıl geliştireceğine dair değil; fakat duygularını; düşüncelerini ve niyetlerini/amaçlarını nasıl yönetebileceğine ve kendini kaybetmeden diğer çocuklarla nasıl iyi geçinebileceğine dair bir öğrenme fırsatı olarak görmek yerine-; çocuktaki bu tür kaygıları ‘akıl hastalığı’ olarak görmek ve ‘ilaç verme eğilimi’ ile karşılamak çocuğa yapılacak en büyük kötülüktür.

HADE’nin nöro-kimyasal; genetik bir bozukluk olduğu ve çevreyle; ebeveyn yaklaşımlarıyla hiç ilişkisi olmadığı ya da çok az ilişkisi olduğu yönündeki yaygın popüler görüşün bilimsel kanıtlarla uzaktan yakından alakası yoktur.

Böyle bir popüler görüşü sahiplenmenin sonuçları nelerdir peki?
Bu; ne yazık ki; psikoloji disiplini için yeni bir ikilem (dilemma) değildir. Ulusal düzeyde psikologlar tarafından binlerce HADE değerlendirmesi yapılmaya devam ediyorken; klinik psikolojinin ilk gelişmeye başladığı yıllarda; göçmenlerin ve Afro-Amerikalıların zekâ testlerine dayanarak kalıtımsal olarak “geri zekâlı” olduklarının dönemin “eugenics” hareketi içinde öne sürüldüğünü hatırlamamızda yarar var (Eugenics: İnsan ırkının soyaçekim yoluyla ıslahına çalışan bir anlayış. Naziler; Alman ırkını "zararlı" unsurlardan arındırma yolunda milyonlarca Yahudi'yi bu anlayışa dayanarak yok etmiştir ve Alman psikiyatristlerin de bu süreçte çok önemli işlevleri olmuştur. ç.n.). O dönemde; birçok psikolog; bugün HADE konusunda olduğu gibi; kullandıkları yöntemlerden ve kuramlardan emindiler. Üstelik; o dönemde yirmi yıllık bir süre zarfında; Amerikan Psikoloji Birliği’nin altı ayrı dönem başka