Unutmanın zorluğu alışmaktan gelir ve bir gün bir yerde çok alıştığımız bir şeyi unutmak isteriz ya da unutmamız gerekir.
Kimi yitmiştir; kimi gitmiştir...
Kimi bitmiştir; kimi bitirmiştir de unutmamız gerekir...
Kimi zarar vermiştir; kimini yitirmeyi uygun görmüşüzdür...
Unutma hakkında söylenen “Zamanla her şey unutulur; sen de unutursun” türünden sözler hiç de ikna edici gelmez o sırada...İçimiz sızlar...
Birileri; bir şey; bir umut; bir düş; bir inanç gidince üzülürüz; acı çekeriz; üzüntü nedeni onun yitmesinden çok bir alışkanlıktan ayrılışadır. Ama en çok içimiz sızlar; en azından benim içim çok sızlar...
(Ara not; İç sızlaması kavramını çok sevdiğimi belirtmek istiyorum.Her iki kaburga kemiğimin kalbe yakın kısmında fay hattı gibi kıvrımlı uzun bir çizgi yanar ve o yanma bölgesel etki yapmaz; tüm hücrelerimi zonklatır; hatta beynim de ulaşır. İç sızlaması sözünü bundan severim; eğer o başlamışsa unutulması gereken durumun büyüklüğü belirmiştir.
Bir de engellenmiş bir ifade olduğundan severim bu sözü. Aldığım eğitimlerde iç sızlaması kullanılmaz bir tanımdır. Psikoloji der ki; insanın belli durumlarda ne hissedeceğine ilişkin bilişsel tepkilerine duyuş denir; duyuşlar bilincin bir işlevi olduğu gibi; belirtilerin nerede olduğunu da - midede mi; kalpte mi; parmak ucunda mı- sosyalleşme sürecinde öğrenmişizdir. Doğu görüşleri der ki; sızlayan yanını göster bana; onu ortaya koy; nesini koyacağım derseniz aydınlanırsınız. Hepsi doğruyu der. Ancak şu an unutmaktan söz ederken; tüm öğretileri bir kenara bırakıp; alıştığım bir şeyi unutmaya çalışırken benim içim sızlar demeyi tercih ediyorum.)
Eğer gün gelip de içimin sızlamamasını istiyorsam alışmamam gerek hiç bir şeye... Böyle düşünürmüşüm bir dönem..
Yatağımın yanındaki beyaz duvara kurşun kalemle uzun saçlı geniş omuzlu ve ellerindeki kelepçe zincirleri kırmaya çalışan bir adam figürü çizmiş; onun yanına da Ferit Edgü` nün dizelerini yazmıştım çok yıllar önce. Her uyandığımda göreyim ve hiç unutmayayım diye..
Alışmak; hiç bir zaman hiç bir durumda istemedim bunu.
Alışmak boyun eğmek demektir.
Bir şeye alışan kişi; her şeye alışabilir.
Zindana; işkenceye; çaresizliğe; ölümlere; eşitsizliğe...
Çok derin anlamı vardı bu sözlerin; alışmak özgürlükten vazgeçmek; boyun eğmek; bir yerde bir şeye takılıp kalmak; ödün vermek gibi değişik anlamlar çağrıştırıyordu. Bu sözleri sıklıkla kendime ve insanlara tekrarlıyordum.
“Ben alışmayacağım” diyordum; alışmayı başka tarz insanlara yakıştırıyordum; kendime asla... Zamanla bu kelimeyle ilgili düşüncelerimi pek sorgulamaz olmuştum galiba...
Ta ki bir gün belli psikolojik durumlarla ilgili bir konuşma farklı boyutlara geldiğinde; kulağıma çarpan şu sözle irkilene kadar. “İnsanlar hayata alışmaktan hiç şikayet etmiyorlar; neden başka şeylere alışmaktan korkarlar ki?” Öylece kaldığımı hatırlıyorum; hayata alıştım diye şikayet eden kimse duymamıştım sahiden de...
Yitenlerin- gidenlerin ardından üzülmüştüm; bu üzüntümün onların yitmesinden çok; duyduğum özleme ait olduğunu da biliyordum. Ancak alışkanlıkla bunu bağdaştırmamıştım hiç...
“Bir şeye alışmam ben” derken; gün geldi alıştıklarıma baktım; meğer ne çok şeye alışıyormuşum; alıştıklarımı sevince ve onları kaybedince de yoksunlukları ile içim sızlıyormuş; tüm insanlarda olduğu gibi...Yaşamında yer alan sevdiği bir varlığın; bir düşün; bir nesnenin yok olmasından kim üzüntü duymaz ki...
Olsun varsın; için sızlaması da güzeldir; insanı eğiten bir yanı vardır... Demesi kolay elbet... Bunu kabul etmek; üstelik de yaşamak bu kadar kolay olmuyor.
Ama sevmeye eğilimli yanım ve bana anlatılan yaşam öykülerinden görüyorum ki ; unutmanın zorluğunu yaşamamak için bir şeyi sevmekten; ona alışmaktan kaçınanlar çok daha mutsuz oluyorlar.
Önemli olan unutma aşamasındaki acıyla eğlenebilmek. Acıyı yok saymak değil; gereğini yerine getirirken karalar bağlamamak; yaşama ayak uydururken; arada ağlamak; “ Offf içim de çok sızlıyor” demek; en ilgisiz sözlerle şarkılarda gözyaşı döküp de; bunun nedenini ve geçeceğini bilmek; tüm bilinenlere karşın gene de acı çekmek...
Şimdilerde gene yaşıyorum bunu. Öyle akıl vermek; ahkam kesmekle olmuyor. Dışardan yardım alınmıyor; sözler yetersiz kalıyor.
En eğlenceli hale çevirmeye çalışan yanımla gün sayıyorum ben...
Bir yandan işime gücüme bakıyorum; bir yandan kalbime yakın yerdeki fay hattı sarsılıyor; iki ara bir derede ağlıyorum; “ Yok iste- o yok ki ; olması ne güzeldi “ diye çınlayan bir ses stereo yayın yapıyor...Bugün 1 diyorum...
Yazıyorum; makale topluyorum; kalabalık bir ortamda en olmadık anda sızı şiddetle geliyor; o an bu acıyı yaşamaktansa ölmeli insan diye düşünüyorum; her şeyi bırakıp eve kapanıyorum... Bir dizideki komik ayrıntıya gülüyorum. Acı “Ben buradayım; unuttun mu ki gülüyorsun “ diye bağırıyor; ayaklarım üşüyor... Bugün 2 diyorum....
Bir kenara mendili koyuyorum; yumruklarımı sıkıyorum; bedenim sarsılıyor artık. “Bu acıdan ne öğrenmem gerek” diye soruyorum kendime; tüm yaşamımı sorguluyorum; hedeflerimi; geçmişi- geleceği. Anlatıyorum insanlara duygularımı; “Sesin neşeli geliyor” diyorlar. Acımı şaşırtmak içindir olsa olsa... Bugün 3 diyorum...
Dış ve iç işlerimi hallediyorum; danışma yapıyorum; hava durumunu ve bilinç bileşenlerini araştırıyorum; dünyanın gidişatına bakıyorum...Israrla bekliyorum yitirme acısının geçmesini... Çok sızlıyor; çok......
Bugün 4...- 7- 8...
Sekiz mi?
Uyanıyorum...
İçimdeki alışkanlığı kaybetme sızısına bakıyorum; derin bir gülümseme yüzümde; eski şiddeti yok; azalmış hatta kaybolmuş da denebilir... Hiç yapmadığım yeni şeyler yaparken buluyorum kendimi; yeni bakışlar; yeni duruşlarda...
Unutmanın zorluğu alışmaktan geliyorsa; alışmayı da unutmak mümkün değil mi?