Destek Sitesi platformunda Uzman olmak ister misiniz?

Uzman olmak için Şimdi başvurun.

İnsanın Ruhsal Gelişim Evreleri

Oluşturulma tarihi: 18.02.2025 21:55    Güncellendi: 18.02.2025 21:55
İNSANIN RUHSAL GELİŞİM EVRELERİ


Ruhsal gelişmeyi tam manasıyla kavrayabilmek için biyolojik gelişmeyi model olarak alabiliriz. Biyolojik gelişimde anne rahminde üç evre vardır. Bunlar tıbbi isimlerle birinci trimestır (ilk üç aylık evre); ikinci trimestır (ikinci üç aylık evre) ve üçüncü trimestır (üçüncü üç aylık evre) şeklindedir.Bebeğin organizmasının anne rahminde sağlıklı bir şekilde gelişebilmesi için bu evrelerin sağlıklı bir şekilde geçirilmesi gerekir. Bebeğin biyolojik gelişiminin ilk evresinde meydana gelecek olan bir takım hatalar ve problem çocuğun biyolojik yapısının çok ağır şekilde bozulmasıyla sonuçlanır.

Yukarıda genişçe ortaya koymuş olduğumuz gibi anne ve babadan gelen 23 tek kromozom anne rahminde birleşerek zigoru meydana getirirler. Bu insanoğlunun ilk nüvesidir. Zigottaki ilk hücrenin kromozomları hemen kendisini kopyalayarak bir benzerini oluşturur. Yani hücre ikiye bölünür. Her hücre tekrar kendini kopyalayarak bir benzerini meydana getirir. Kopyalama çok süratli bir şekilde devam eder. Bu kopyalama sistemi; sıkıştırılmış programların çoğaltılmasıdır. Bütün bu sıkıştırılmış program adenin; trozin; guanin ve urasil bazlarıyla oluşan bir sistemden meydana gelir. Bu dört baz karşılıklı çiftleşerek bir dizilim meydana getirir. Bu dizilimdeki sıra içinde bir insanoğlunun yaratılışının şifresinin taşıyan bir hikaye başlatmaktadır. Her kopyalamada bu şifre bir kademe açılarak bir alt şifreye dönüştürülür. İlk üç ay içerisinde hücreler yoğun bir bölünme ile kopyalarını yaratır. İşte bu dönem bebeğin en hassas olduğu dönemdir. Bu dönemde anne rahminde bulunan çocuk; dışarıdan gelebilecek olan x ışını; iyonizen ışınlar; kimyasal maddeler; virüsler; enfeksiyonlar ve annenin kullanmış olduğu ilaçlara karşı hassastır. Bu yapılardan birine veya birkaçına maruz kalan bebeğin ilk hücrelerinde şifre sisteminde bozukluklar meydana gelir. Bir hücrenin dahi bozulmuş olması o hücrenin üstlendiği görevin tamamen bozuk olması sonucunu doğurur.

Diyelim ki bu bölünmenin belirli bir aşamasındaki bir hücre beyin dokusunu oluşturacaktır; diğer bir hücre deri dokusunu; bir diğeri ise kan dokusunu meydana getirecektir. Bu hücrenin yukarıda bahsettiğimiz etkenlere bağlı olarak orijinal şifresinin bozulması; ondan sonra oluşacak olan tüm hücrelerin şifreyi yanlış okumasına ve açılımların hatalı çıkmasına neden olacaktır. Sonuç itibariyle beyni; gözü; kulağı; kolu v.b olmayan bebekler dünyaya gelebilecektir. Bebeklerin bir kısmı bu tür etkenlere maruz kalmakta be bunların %90’ dan fazlası henüz anne rahmindeki ilk aylarını doldurmadan bilmediğimiz bir mekanizmayla düşük olarak vücudun dışına atılmaktadır. Vücut sağlıklı bir bebek üretemeyeceğini fark edince bu sistemi durdurmaktadır.
Tıp tarihi; doktorlar tarafından oluşturulmuş bu tip facialarla doludur. Bunlardan en çok bilineni TaliDomit faciasıdır. Hamile annelerin hamileliğe bağlı bulantı ve kusmalarını önlemek amacıyla TaliDomit ilacı kontrolsüz bir şekilde annelere kullandırılmış ve sonuçta tüm dünyada yüzlerce kolsuz ve bacaksız bebek dünyaya gelmiştir. Bir ilacın dahi bu kadar insan organizmasına etki ettiği düşünülecek olursa diğer faktörlerin ne denli tehlikeli olabileceği tasavvur dahi edilemez.

İlk üç aylık evreyi koruyucu bir şekilde geçiren ve zarar verici bir etkene maruz kalmayan anne rahmindeki bebek; ikinci trimestıra (üç aylık dönem) geçecektir.bu dönemde çocuğun ana organları oluşmakta ve organların detayında organları fonksiyonel hale getirmeye yönelik çalışmalar yürütülmektedir. Bu aşamaya gelmiş olan embriyo insan şeklini almakta; kalp; böbrek; beyin ve kan gibi organlar fonksiyonel hale gelmeye çalışmaktadır. Burada da yine hücreler genetik şifrelerinde yazılı olan sıkıştırılmış dosyaları açarak her biri kendi görevini yapmaktadır. Organizma geliştikçe ve organlar spesifikleştikçe görevler de netleşmekte ve özelleşmektedir. Bu dönemde meydana gelebilecek olan zararlı etkenler; bebeğin canlılığını tehlikeye sokmamakta ancak fonksiyon görmeyen ya da yeteri kadar fonksiyonel olmayan organların gelişimine neden olmaktadır. Kulak organı var; ama işitmiyor; göz organı var ama görmüyor; böbrek organı var ama fonksiyonel değildir.

Bu dönemi de atlatan fetüs; gebeliğin üçüncü evresine ulaşır. Bu evrede organlar ana yapıları itibariyle çalışır haldedir ve sanki organizmanın makyajı yapılmaktadır. Hücrelerin deşifre sistemi insanı güzelleştirmek; organları yerli yerine oturtmak ve makyajı tamamlamak üzere açılımlarını tamamlamaktadır. Bu dönemde meydana gelebilecek zararlı etkiler çocukta hafif kusurlara neden olur.

Dokuz ay on gün sonra anne rahminden çıkarak doğan bir bebek sanki yeni bir rahime düşmektedir. Bu rahime ruhsal rahim diyebiliriz. Bu ruhsal rahimde bebeğin anne rahminde geçirdiği türden üç evreden bahsedilebilir.ruhsal rahim süreci anne rahmiyle kıyaslandığında oldukça uzun olup toplam süresi beş – altı yıl civarındadır. Bu ruhsal rahimde geçirilen süreyi üç evreye ayırmak mümkündür. Birinci evre; oral evre dediğimiz ağzcıl evre; ortalama olarak bir yıldır. İkinci evre; anal evre dediğimiz dışkılama evresi ortalama iki yıldır. Üçüncü evre fallik evresi yani cinsel kimlik evresi ortalama olarak iki yıl sürmektedir.Aşağıda bu evrelerin detaylarını geniş bir şekilde göreceğiz.

İnsanın ruhsal gelişim evrelerini birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Ruhsal gelişim dinamik bir süreç içerisinde hem büyümeyi hem de gelişmeyi barındıran bir süreçtir. Çocuğun beyin yapısı ve organizması biyolojik gelişimini sürdürürken zihinsel yapı da buna paralel olarak gelişimini devam ettirmekte; kapasitesini artırmakta niteliksel ve niceliksel bir değişime uğramaktadır. Değişim evrelerini belirlemek; tanımlamayı ve karşılıklı anlaşmayı kolaylaştırmak için gerekli olan bir kategorizasyondur. Bir yapının diğer yapıdan keskin sınırlarla ayrılması mümkün değildir. İnsanın gelişim evrelerinin neye göre ve nasıl sınıflandırılacağı; bulunduğunuz yere ve temel aldığınız referans noktasına göre çok geniş bir yelpazede değişkenlik arz eder.

Bahsedilen sınıflandırmayı temel almamızın nedeni; referans noktası olarak da beynin biyolojik olarak doğum öncesi dönemdeki dengeli veya dingin haline ulaşmayı hedef alması ve bunun için ruhsal olarak dinginliğin karşılığı olan mutlak haz duygusunu esas almasıdır. Çok çeşitli sınıflandırmalar yapılabilir: Genel kabul görmüş sınıflandırma ve bizim de tercih ettiğimiz sınıflandırma hazzın yönelimi açısından yapılan sınıflandırmadır. İnsanın gelişiminde haz; önce ağızda odaklanmakta; sonra dışkılama fonksiyonlarında sonra cinsel kimlikte; sonra sosyal rolde daha sonra da kimliğin onaylanmasında oluşmakta ve devam etmektedir.

I. AĞIZCIL (ORAL) EVRE

A- Hazzın Yönelimi Açısından (Psiko – seksüel Açıdan)

İnsanın biyolojik gelişimini incelerken doğum sonrası dönemde süt çocukluğu dönemini daha önce anlatmıştık. Organizmanın biyolojik gelişiminin nasıl şekillendiği ile ilgili bilgiyi de detaylı olarak vermiştik. Ruhsal bir bileşenin ilk oluşumu çocuğun doğumuyla beraber başlar. Bu dönemde olup bitene ve bu dönemden sonra oluşan yapılara bir anlam kazandırma; psişeyi yorumlama ve bunları bütüncül olarak tanımlama; bilimsel anlamda Sigmund Freud ile başlamıştır. Freud bu döneme; ‘Oral Dönem’ yani ‘Ağızcıl Dönem’ adını vermiştir. Bu dönemin özelliklerini dinamik psiko – patolojik anlayışa göre Freud ve onun takipçileri özel bir şekilde yorumlayarak değerlendirmişlerdir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde oral evrenin oral olarak isimlendirilmesinin temel nedeni Freud’a göre hazzın ilk oluşum yerinin belirlenmesiyle ilintilidir. Buna göre; gerilim içinde olan organizmanın bu gerilimden kurtulup hazza ulaşabilmesi için bebeğin dıştan gözlemlenen ilk davranışının emme reaksiyonuyla ortaya çıkması ve bu emmeyi de ağzıyla gerçekleştirmiş olması bu evrenin tanımlanmasına hareket noktası olmuştur.
Freud; psiko – dinamik teorisini geliştirirken ve oluştururken mihenk noktası hazzın gelişim seyridir. Burada haz kavramının içeriği çok önemlidir. Freud’un kastettiği hazza; orijinal metnin çeşitli dillere tercüme edilmesi esnasında farklı anlamlar yüklendiği kanaatindeyiz. Freud’un kastettiği haz organizmanın gerilimden kurtulması ve dürtülerin deşarj olması anlamındaki hazdır. Ama bu haz kelimesi daha sonraki bilim adamları tarafından ergen insanın hazlarından birisi olan seksüel bir hazla ilintilenmiş ve eşleştirilmiştir. Bu durum; gerçeği ters yüz etmektir. Zira cinsellik de hazlardan birisidir ama sadece birisidir. Burada Freud’un vermeye çalıştığı mesaj; ilk zigot hücrenin farklılaşarak çeşitli dokuları oluşturabilme yeteneğine dönüşmesi gibi; ilk hazzın da farklı hazlara dönüşmesidir ki Freud bunların süreçlerini ortaya koymaya çalışmıştır.
Bebeği gözlemlediğimizde; doğduktan sonra onun dünyayı algıladığı ve dünya ile iletişim kurduğu tek organının ağzı olduğunu görürüz. Açlık duygusu; daha sonraki dönemlerde ilgi ve sevgi arayışı ve bir nesne ile kaynaşma ihtiyacı şeklinde takdim edilen temel dürtüsel ihtiyaçlar veya arzular; ağız yoluyla nesnesine ulaşmakta yani memeyle buluşmaktadır. Bu dürtülerin hedefine ulaşmamasının sonucunda organizmada meydana gelen gerilim yani acı; bebeğin ağız yoluyla memeye ulaşıp; emme eylemini gerçekleştirerek dürtülerini deşarj etmesi ile ortadan kalkmaktadır. Bebek bu şekilde rahatlamakta; dinginliğe ulaşmakta ve haz diye tanımladığımız duygusal süreci yaşamaktadır. Bu dönemde bebeğe ‘sen nesin’ diye sorulsaydı; bebek muhtemelen ‘ben ağızım’ diye cevap verirdi. Yine aynı bebeğe; ‘dünya nedir’ diye sorulsaydı ‘dünya bir memeden ibarettir’ cevabını verirdi.

Oral dönem; ortalama olarak on iki ay sürer. Bunun başlangıcı ve bitişi; olayları kavramak için teorisyenler tarafından belirlenmiş olan süreçler olup; bunlar mutlak ve kesin değer sistemleri değildir. Bebek bir yaşında nitel ve nicel bir değişime uğrar. Yatay olarak hareket eden bebek ayağa kalkar yürümeye; daha da ötesi konuşmaya başlar. İşte çocuğun doğumundan yürümeye kadar geçen süre içerisindeki hikayesine oral dönem diyoruz. Bu dönemde her şeyi oral bölge belirlemez. Ama ana eksen ağızcıl yapı etrafında teşekkül eder. Egonun ilk oluşum dönemi ve ilk ilkel savunma mekanizmalarının oluşumu bu döneme denk gelir. İlk nesne tasarımları bu dönemde oluşur. İlk self (kendilik) duyumu bu dönemde algılanır; iyi ve kötü nesne ve kendilik temsilleri bu dönemde başlar.

Freud; teorisini oluşturduğu dönemlerde bebeğin ruhsal gelişimi ile ilgili bugünkü bilgilerin çoğundan mahrum idi. Dolayısıyla genel çerçeveyi görmüş ama detayları izah etmekte zaman zaman yetersiz kalmıştır. Bu dönemi dinamik ekol içerisinde en yakından inceleyen kişi Mahler’dir. Dinamik ekolün farklı okullarının temsilcileri bu dönemle ilgili yap – bozun farklı parçalarını bize göstermeye çalışmışlardır. Nesne ilişkileri kuramı; kendilik kuramı; klasik dinamik kuram; ayrılık kuramı ve Adlerci kuram bu dönemi çok yakından ele almışlardır. Genel hatlarıyla bakacak olursak bu dönemde çocuk bakıma muhtaç; çaresiz ve farkındalık düzeyinde dürtülerden ibaret bir varlıktır. Ama bu dünyayı keşfetmeye; anlamaya ve anlamlandırmaya hazır bir potansiyele sahiptir. Çocuk; kendisine bu dünyayı anlatacak; algılatacak ve yorumlayacak bir rehbere ihtiyaç duyar. Bu rehber kendilerine bakacak kişidir ve genellikle de annedir. Çocuk dünyayı algılayabilmek için önce ‘içe almak’ zorundadır. Bunun adı introjeksiyondur. İçe almayı ağız yoluyla başlatır. İlk içe alınan şey anne memesidir. Bu içe alma fonksiyonu beş duyu ile devam eder. Beynin biyolojik gelişimine ve zihinsel yapının açılımına uygun olarak içe alınan materyal bütünleştirilip birleştirilir ve anlamlandırılır.

Anne çocuğa bakım yaparak ihtiyaçlarını giderir. Onun bu ihtiyaçlarını giderirken çocuk; almayı öğrenir. Annenin verme eyleminden de vermeyi öğrenir. Böylece çocuğun hayatta öğrendiği ilk şey alma ve verme eylemidir. Rahatlıkla veren bir bakıcının ellerinde alma ve verme edimini gerçekleştirmek çocuğun ilk ruhsal oluşumunun en önemli yapı taşını sağlıklı bir şekilde oluşturmasını temin eder. Çocuk bu içe almalarla dış dünyanın bir kopyasını içinde tasarlar. Dış dünya şekli; duygu ve anlam olarak somut bir şekilde içeri alınmıştır. Nesnelerin sürekliliği ve devamlılığı anlamına gelen obje constanti duygusunu oluşturarak zaman ve mekan kavramını meydana getirir. Bunu oluşturabilmesi için çocuğun anneyle iç içe girmesi gerekir; annenin ruhuyla çocuğun ruhu bütünleşmeli; kaynaşmalıdır. Bu manada oral evreyi araştırmacılar dört alt küçük evreye ayrılmaktadır.

Çocuk anne ile birleştikten; kendi vücuduyla anne vücudunu bir gördükten sonra yeterli donanıma ve kapasiteye ulaştığı dönemde; anneden ayrışmayla ilgili egzersizlere başlar. Bu ayrışma dönemi oral evrenin son altı ayı boyunca aşama aşama devam eder. Anne kucağındayken bebeğin başını geriye iterek anneden uzaklaşma yönündeki gayreti ilk ayrışma denemeleri; ilk birey olma mücadelesidir. Altıncı aydan sonra bebek yerine bırakıldığında sürünerek anneden uzaklaşmaya çalışır. Aralarında gizli bir aura ilişkisi vardır sanki. Belirli bir metre anneden uzaklaşan bebek aradaki mesafenin açıldığını fark edince paniğe kapılıp tekrar anneye yönelir. Annenin buradaki bakışları çok önemlidir. Ben buradayım korkma seninleyim mesajını içeren ve bir taraftan da onun daha uzağa gitmesini cesaretlendiren bir bakış ve hissediş çocuğun birey olma konusundaki cesaretini arttırır ve daha uzağa gitme konusundaki eylemine motivasyon kazandırır. Böyle bir çocuk sağlıklı bir gelişim çizgisinde olan çocuktur. Annenin korkak ve ürkek bakışlarıyla çocuğun kendisinden biraz uzaklaşma hissi karşısında hissettiği negatif duyguları alan bebek aynı panik hissiyle ayrışma isteklerinden vazgeçerek anneyle tekrar kaynaşmaya yönelir. Bu durum da ruhsal gelişmeyi bloke eder. Bu dönemde bebeğini seven; koruyan; kollayan; şefkat duygularını ona hissettiren ve onun birey olma konusundaki ufak çıkışlarını destekleyen bir anne; ideal bir annedir. Aşırı sevgiyle veya aşırı ilgisizlikle çocuğuna yaklaşan anneler ise çocuğun potansiyel gelişimini bloke eden bir süreci başlatmaktadırlar.

Aşırı doyurulan bebekler belirli oranlarda früstre edilmediğinden yani engellenmediğinden doyumsuz olacak ve narsist bir kimlik geliştirecektir. Bağımsızlık arayışları anneleri tarafından bloke edilen ve dış dünyanın tehlikeli olabileceği ile ilgili sinyalleri annesi vasıtasıyla alan bebek bağımlı ve çekimser bir kişilik örüntüsü içine girebilecektir. İlgisiz ve sevgisiz bir ortamda yetişen bir bebek ise ya otistik bir dünya kuracak ya da bu bebeğin motor ve zihinsel gelişimi fazlasıyla yavaşlayacaktır.
Bu dönemde en önemli hususlardan birisi de çocuğun ilk kendilik çekirdeğinin oluşmasıdır. Nesne tasarımlarını içeride şekillendirirken; yani dış dünyanın kopyasını iç dünyasında tasarlarken; o tasarımlar dünyasının içerisine; onlarla ilişki kuran bir birey olarak kendisini de koymak zorundadır. Ama kendisi nedir ve kimdir? Bir bebeğin kendisiyle ilgili bir yargıda bulunması; kendini tanıması ve tanımlaması; en azından kendisinin iyi bir şey mi kötü bir şey mi olduğu hakkında karar verebilmesi mümkün değildir. Yıllardır çocuğun kendilik tasarımının ne zaman ve nasıl oluştuğuyla ilgili sorular hep havada kalmaktaydı. Lacan’ın bu dönemle ilgili bir takım açılımlar getirmesi bu dönemi daha iyi kavramamıza imkan vermiştir. Lacan’ın Aynalama(mirroring) evresi olarak nitelediği bu süreçte bebek kendiliği ile ilgili ilk tasarımları kendisine bakım yapan insanın gözlerindeki; yüzündeki ifadeden çıkarmakta ve kendisinin nasıl bir nesne olduğu ile ilgili tasarımda bulunmaktadır.

Bu dönemde duyguların ve imajların simgeye ve dile dönüştürülmesinin matematiksel yapısını izah eden Chomsky; epigenetik bir formülasyondan bahsetmektedir. Dilin gelişiminin de ruhsal aygıtın gelişimine paralel olarak bir nedensellik taşıdığı ve matematiksel bir kurgudan oluştuğunu bize göstermektedir. Kendiliğin (self) ve dilin oluşumundaki bu matematiksel yapıyı tüm detaylarıyla ortaya çıkarmaya yönelik çok ciddi çalışmalar halen devam etmektedir. Yine burada bilmediklerimiz bildiklerimizden çoktur. Ama yap – bozun parçaları gittikçe netleşmektedir. Gerçeklik ilkesinin oluşturulabilmesi için nesneler önce introjekte edilmeli; yani içe alınmalı; ardından iyi ve kötü tasarımına bölünerek ayrıştırılmalıdır. Bu işleme bölme/ayırma (splitting) diyoruz. Bu ayrıştırma işlevi önce bakıcının davranışlarıyla şekillenmektedir. Bakıcının davranışlarıyla bebeğe vermiş olduğu mesajlarla zaman zaman bebekte değerlilik ve kıymetlilik hislerinin oluşturulduğu iyi kendiliği aktive edilmekteyken; zaman zaman da değersizlik ve kıymetsizlik hislerinin oluşturulduğu kötü kendilik aktive olmakta; bunu oluşturan da kötü nesne olmaktadır. Bu durumda bakıcının ya da annenin şahsında dünya birbirinden tamamen farklı bir şekilde algılanan iki parçaya ayrılmaktadır: iyi dünya ve kötü dünya. Bunların aynı varlık olduğu algılanamamaktadır. Bakıcı hangi dünya olarak bebeğe ulaşmışsa bebeğin iç dünyasında o kendilik aktive olmakta ve faaliyet sürdürmektedir. İyi kendilik oluştuğunda çocuk mutlu ve huzurludur; kötü kendilik aktif hale geldiğinde de çocuk bir an önce bundan kurtulmak için mücadele vermektedir.

B- Psiko – toplumsal Açıdan (Güven – Güvensizlik)

Ruhsal gelişimin psiko – toplumsal açıdan yorumlanmasını Eric Erickson formüle etmiştir. Freud’un ruhsal gelişim evrelerini aynen kabul eden Erickson insan hayatının tamamını ele alarak bunu sekiz evreye ayırmıştır. Bu evrelerin de ilki oral evredir. Hazzın yönelimi ile ilgili evreleri aynen kabul eden Erickson; bunun yanında psiko – toplumsal gelişimin de aktif olduğu önermesinde bulunmuştur. İlk bir yaşında çocuk; bakıcının elinde temel güven duygusunu oluşturmalıdır. Bu doğal ve olumlu gelişim sürecidir. Temel güven duygusunu oluşturamayan bir bakıcı veya bakıcılar çocukta temel güvensizlik duygusunu meydana getirirler. Burada da muhtemelen yorumlamalarda ve tercümelerdeki hatalar sonucu temel güven duygusu yanlış anlaşılmaktadır. Temel güven duygusu sanki bir öz güven duygusuyla eşitlenmiş gibidir. Ama burada kastedilen bebeğin öz güven duygusunun gelişimi değildir. Buradaki temel güven duygusu anne ile kaynaşmış olan bir bebeğin anne vasıtasıyla dünyanın gerçekliğinin; sürekliliğinin ve değişmezliğinin temel bir yapı olarak varolduğuna inanması ve bu noktada temel bir güven ve inanç duygusu oluşturmasıdır. Yani renk; renk olarak; cisim de cisim olarak kalacak; sıcak yakacak; soğuk üşütecek ve fiziksel yasalar her zaman geçerli olacaktır. Anne hep sevecek; koruyacak bakım yapacak ve böylece ihtiyaçlar karşılanacaktır. Ruhun ilk örgütlenişinde bilinmezlik; belirsizlik ve tesadüf söz konusu değildir. Çocuk ruhsal kimliğinin inşasında ilk katını çatarken sağlam bir temel üzerine çıkmalıdır. Bu da bir annenin varlığını ve devamlılığını oral dönem boyunca sürdürmesiyle mümkündür. Annenin oral dönem içerisinde ölmesi; gitmesi; kaybolması veya ilgisini çocuk üzerinden çekmesi çok ciddi bir temel güvensizlik duygusu oluşturur. Bu nesnelerin sürekli olamayacağı ve her eline geçirdiği varlığı kaybedebileceği ihtimalini çok yoğun hissetmesi temel güvensizlik duygusunu oluşturur. Daha sonraki dönemlerde herhangi bir varlıkla var olan birey bunları her an kaybedebileceği duygusunu bir sıkıntı yumağı halinde içinde sürekli hissedecektir.
Temel güven duygusunu oluşturmuş bir bireyde ise bu duygular hissedilmeyecek ve olaylar reel boyutta değerlendirilebilecektir. Daha açık bir ifadeyle; temel güven duygusunu oluşturmamış bir sevgili her an sevgilisini kaybedebileceği veya sevgilisinin terk edeceği; zenginliğe ulaşmış varlıklı bir bireyin her an zenginliğini kaybedebileceği; güvenlik içinde olan bir bireyin her an tehdit altında olabileceği; daha da ötesi bilgi sahibi bir bilim adamının bilgisini yitirebileceği ya da bilgisinin değersizleşeceği kaygısını içinde hissetmesi bebeklikten gelen temel güvensizlik duygusuyla ilintili olabilir. Bu bireyler içlerini hep dolduramadıkları bir boşluktan bahsederler. Nesnelere bağlanırken aşırı bağlanma ve bağlandıktan sonra da onları kaybetme kaygıları yüksek düzeydedir. Aynen bir bebeğin anneye bağlanıp onu kaybetmek istememesi gibi. Bu temel güveni geliştirememiş bireyler; temel güvensizlik duygularını örtebilmek için yoğun bir efor harcarlar ve nesneleri hep ellerinde tutmaya çalışırlar.


II. ANAL EVRE (DIŞKILAMA) EVRESİ

A-Hazzın Yönelimi Açısından

Hazzın yönelimi açısından anal evre; kimliğin ve kişiliğin şekillendiği evredir. Bir yaşını dolduran çocuk yürüyebilecek ve konuşabilecek kadar biyolojik yapısı gelişmiş; içte nesne tasarımları dünyasını kurmuş; nesneleri seslerle etiketleyerek somut iletişimine başlamıştır. Çocuklar üzerinde özellikle Mahler’in yaptığı çalışmalarda yürümeyle birlikte çocukların annelerinden ayrımlaştığı; ayrı bir birey olma konusunda mücadele verdikleri ve dış dünyanın keşfine yönelerek farklı bir bireysel varoluşu gerçekleştirdikleri gözlemlenmiştir. Artık çocuk zihinsel olarak dikkat edebilmekte; odaklanabilmekte; nesneleri seçebilmekte; nesneler arasında bağlantı kurabilmekte; düşünebilmekte ve kısmen akıl yürütme yoluyla sonuç çıkarabilmektedir.

Kurgusal bir zeminde beş duyu ile alınan duygusal bellek uyarılarının birinci bellekte algıya dönüşmesi yani seçilmesi; çok sık kullanılan uyaranların da ikincil belleğe atılarak kişiliğe kazandırılması söz konusudur. Şöyle bir hayal edelim. Bir canlı; bir yaşında bir bebek; dışarıdan her an milyonlarca uyarıya muhataptır. Ve bu uyarılar kesilmeden ardı ardına devam etmektedir. Kulağa sesler gelmekte; göze ışık yansımaları ulaşmakta; burna kokular gelmekte; ağızda bir tat duyusu var olmakta; derinin yüzeyi her an sıcaklığı soğukluğu; ağrıyı; basıncı ve titreşimi ölçmektedir. İçimizden de tüm organların her alanında milyonlarca bilgi aynı şekilde beyne ulaşmaktadır. Bebek önce bunları birleştirmekte; anlamlandırmakta ve sınıflandırmaktadır. Kendi bireysel sınırlarını kavramış olan bebek temel güven duygusuyla nesnenin nesne olarak sürekliliğini idrak etmiş; onunla iletişim içerisine girmeye başlamıştır.

Çevresindeki binlerce nesne ile nasıl iletişim kuracaktır? Sadece bir nesneyi ele alarak örnekleyelim. Odanın ortasında bir sehpa vardır. Bu sehpaya uzak mı duracak yakın mı; bu sehpanın üzerine mi çıkacak yoksa altına mı girecek. Bu sehpayı ısıracak mı yalayacak mı yoksa içmeye mi çalışacak. Sehpaya eliyle mi; kafasıyla mı yoksa ayağıyla mı dokunacak; sehpadan korkacak mı yoksa onu sevecek mi yoksa ona karşı nötr mü kalacak. Sehpaya vuracak mı yoksa onu okşayacak mı? Bu fiilleri bir günlük zaman diliminin içerisinde hangi saate ne kadar süreyle ne kadar tekrarla yapacak? Eğer sehpanın üzerine bir biblo konulursa biblo bu ilişkiyi nasıl etkileyecek? Üstelik odanın içini eşya ile doldurduğunuzu ve bunun üzerine zaman faktörünün değişkenliğini ve birde ağabey; abla ve kardeş faktörünü koyduğumuzda işin ne kadar kompleks bir hal alacağını tahmin bile edemezsiniz. Bütün dünyadaki nesneleri ve onlarla ilişkilerini düşünecek olursanız sonsuz sayıda kombinasyon ortaya çıkar ki bu da çocukta sadece şaşkınlık ve donma duygusu yaratır. Eşya; eşya olarak anlamlandırılmış olmakla birlikte onunla ilişkinin nasıl gerçekleşeceği bilinmez soru olarak karşımızda durmaktadır. İşte burada bebeğin tek çıkar yolu vardır. Sehpa ile annenin nasıl ilişki kurduğunu gözlemleyerek modelleme yapmak. O zaman iş kolaylaşacaktır. Çocuk bir evreyi daha aşmış bilinmezi bilinir hale getirmiştir. İş kolaydır; anne; sehpa veya diğer nesnelerle nasıl bir iletişim içine giriyorsa çocuk bunu modelleyecek ve kendine bir nevi yeni yollar açacaktır. Bir nesneye ulaşmanın milyonlarca yolu vardır. Ama anne o nesne ile bir şekilde iletişim kurmaktadır. Milyonlarca yoldan birisini tercih ettiğinden dolayı belirsizlik ortadan kalkmaktadır; kaosa düzen gelmektedir.

Fakat bu esnada çocuk ikinci bir problemle karşımıza çıkar. Evdeki diğer aile bireyleri nesnelerle ilişkilerinde birbirinden farklı yaklaşım tarzlarını benimsiyorlarsa; çocuk küçük ama yeni kaosun eşiğindedir. Birkaç yoldan hangisini tercih edecektir. Sehpa sevilecek mi; dövülecek mi yoksa nötr bir alet olarak duracak mı? İşi biraz daha karmaşık hale getirirsek anne; nesne ile iletişim içerisine girerken; nesneyi zaman zaman sevmekte zaman zaman dövmektedir. Bu kurallı ve mantıksal bir yapı içerisinde oluşuyorsa ne zaman seveceği ne zaman döveceği kurallara bağlı ise problem yoktur. Netleşme daha da berraklaşmaktadır. Ama annenin nesne ilişkisinde kuralsız bir şekilde ne zaman seveceğini ve ne zaman kızacağını bilmiyorsak çocuk borderline bir krize düşmektedir.

Buraya kadar her şeyin normal gittiğini varsayalım; bütün bunların farkına varan ve sorunsuz bir aile ortamında nesne ile sağlıklı ilişkiye giren bir bebek var olduğunu düşünelim. Burada insanoğlunun en büyük açılımı gerçekleşir. İnsanoğlu otomatizmadan çıkmakta nesne ile iletişim kurma ya da kurmama kararını verecek olan irade dediğimiz bir kavramla karşılaşmaktadır. Bu bebeğin tanımadığı bir şey olup insan olarak varoluşun ilk çekirdeğidir. Böyle bir yetisinin var olduğunu fark etmek bebeği şaşırtmaktadır. Eylemin yaratıcısı olduğunu bilmek kadar onu hem hoşnut eden hem de ürküten başka bir şey yoktur. Artık anne veya ebeveyni model alarak eşya ile ilişkinin yollarını öğrenmiştir ve eşya ile ilişkiye girmeme; girecekse hangi tür ilişkiye gireceğinin kararını bebeğin kendisi vermektedir. Burada çocuk ambivalansın tam ortasındadır: yapmak veya yapmamak. İkisi de yaratmaktır. Yapmayı da yapmamayı da kendisi tercih edecektir. İkisi de güzel ve kıymetlidir. Yaptığı zaman yapmanın gururunu duyarken; yapmama edimini gerçekleştiremediği için onun üzüntüsünü yaşayacaktır. Yapmama tercihinde bulunduğu zaman yapmamanın getirmiş olduğu eylemin yaratıcılığını hissedecek; diğer yandan yapabileceği şeyleri kaçırmanın hüznünü yaşayacaktır. Yıllar boyu bunun ayak izlerini ruhumuzun derinliklerinde hep hissedeceğiz. Bir karar verirken neler kaçırdığımızı düşünerek; karardan vazgeçerken de neler yapmadığımızı düşünerek…

Bu aşamada bebek insan olmuştur. Bu noktadan itibaren kendi kararlarını kendi vererek geleceğini tayin etmekte ve hayatının sorumluluğuna sahip olmaktadır. Çocuk birey olmanın heyecanıyla bir an önce bağımsızlığını ilan ederek ayrı bir birey olma gayreti peşinde koşar. Anne bu bağımsızlığı destekler ve uzaktan bakarak takip ederse gelişim çizgisi olumlu yönde devam eder.

Bütün ruhsal hadiselerde olduğu gibi olaya birçok bakış açısıyla yaklaşmak gerekir. Bebek ayrılmayı düşünürken; anne neler hissetmektedir. Anne kendisinden bir parça kopmamasını istememektedir. Kendi uzantısının ondan ayrılması onun canını yakmaktadır. Anne kendi vücudu üzerinde nasıl mutlak bir hakimiyete sahip ve bundan gurur duyuyor ve bunu doğal kabul ediyorsa kendi bebeğinin üzerinde hakimiyet hissetmesi ve onu kontrol etmek istemesi de aynı doğallıktadır. Ama bu bebeğin gelişim sürecine aykırı bir şeydir. Bebek anneden ayrılmakta; ayrılmak istemekte ve ayrı bir birey olarak var olmanın peşinden koşmaktadır. Anne ile bir iktidar mücadelesi başlar; çocuk gücü yettikçe iktidarını korumaya; anne de ona müdahale etmeye çalışmaktadır. Ayrıldığını hissedip anneye sözünü geçirdiğini hissettikçe haz kavramı doruklara ulaşmakta ve varoluşun mutluluğunu yaşamaktadır. Annenin iktidarı kırılıp bebeğin iktidarı geliştikçe anne bir taraftan hüzün duymakta diğer taraftan bebeğin büyüyüp gelişimini seyrettikçe mutlu olmaktadır.

Çocuğun ‘bırak ben kendim yerim; bırak elbisemi kendim giyerim; ben kendim yürürüm’ şeklindeki ben merkezli yaşam anlayışına anne zaman zaman müdahale eder; çocuğun fiziksel kapasitesinin sınırlılığını ve iradesinin mutlak olmadığını ona gösterir ve ispat eder. Anne izin vermediği müddetçe; özgür iradesinin istediği eylemleri gerçekleştirmesi mümkün değildir. Çocuk burada bir acizlik içine düşer; yeni bulduğu ve keşfettiği birey olma duygusu bu şekilde ağır bir darbe almıştır. Anne veya ebeveyn her zaman güçlü ve üsttedirler. Eliyle büfedeki bibloya uzanmaya çalışan çocuk onu almaya gayret etmektedir. Tam ulaşacağı esnada anne bibloyu alıp bir üst rafa koyar. Çocuk orada fiziksel sınırlılığının ve yetmezliğinin annenin iktidarının gücünün farkına varmaktadır. Çaresizlik duygusuyla öfkelenmekte kızmakta ağlamakta etrafı tekmelemektedir. Dürtü hedefine ulaşmamış ve haz kaybedilmiştir.

Tam bu esnada çocuk mutlak iktidarı yakalar. Nasıl mı? Bir gün annesi gelir. Çocuğa tuvalet alışkanlıklarını öğretmek amacıyla onu tuvalete götürerek kakasını ve çişini büyükler gibi artık oraya yapması gereğinin vaktinin geldiğini sevecen bir dille söyler. Bu ciddiyet karşısında çocuk sanki şaşırmıştır. Hiçbir konuda muhatap alınmayan çocuk ilk defa bu şekilde ciddiye alındığını fark etmiştir. Anne ile iktidar paylaşımında fiziksel gücünün elverdiği oranda iktidar alanını koruyan bebek burada da iktidarını korumaya karar vermiştir. Annesinin taleplerine karşı ne kadar direnirse o kadar bireysel varoluşun hazzını yaşayacaktır. Ama bunun da bir sınırının olduğunu daha önceki tecrübelerden bilmektedir. Biblo ile oynarken biblosu elinden alınmıştır; kirli kazağını çıkarmak istemediğinde zorla çıkarılmıştır; kirli topun yatak odasına bırakılmasına müsaade edilmemiştir. Bugün ise anne; çişini ve kakasını tuvalete yapmasını istemektedir. Çocuk burada direnmelidir. İktidarını korumalıdır. Ne kadar çok koruyabilirse o kadar var olacak ve o kadar birey olduğunu hissedecektir. Annesinin sözüne karşı gelir; çişini ve kakasını bırakmaz. Ve süreci beklemeye koyulur. Bibloda; elbisede ve topta olduğu gibi anne müdahale ederek kakasını ondan alacak ve tuvalete annesi bırakacaktır.

Ama hikaye böyle gelişmez. Annenin kendi içindeki çiş ve kakasını bir biblo gibi alamadığını fark eder. Devasa ve mutlak iktidar sahibi olan anne acziyet içerisine düşmüş ve çocuğun kararına mahkum olmuştur. O ne zaman isterse çişini ve kakasını kendi verecektir. İlk defa mutlak güç ve iktidarın hazzı çocuğa geçmiştir: Anneyi bekletme ve istediği zaman ve şartlarda çişi ve kakayı verme. Çişi bırakmak ve tutmak ya da kakayı bırakmak ve tutmak yoluyla yaratıcı gücünü hissetmenin zevkini yaşamaktadır. Bu nedenle ilgi odağı ağızdan; oral tatminden anal bölgeye ve anal tatmine kaymıştır. Burada hazzın iki ekstrem şekli vardır. Birincisi bırakma ve tutma edimlerini yapabilme